Superhumanity

Bir Aslanın, Bir Leoparın…
Bir İnsanın Derisine Bürünmek

Lesley Lokko

İnsan yalnızdır, çaresizce kendi iskeletinin müziğini kazıyarak çıkarır, baba, anne, aile, aşk, tanrı veya toplum olmaksızın. Ve kendine eşlik edecek hiçbir canlı varlık olmadan. Ve iskelet kemikten değil deridendir, yürüyen bir deri gibi (1).
-Antonin Artaud, The Peyote Dance

“Siyah” ve “beyaz” kendi nedensizliklerine işaret eder ve bir tür renk körlüğünü sürdürüp olumlamanın maksatlı bir yoludur. Kendimi veya bir başkasını “siyah” olarak adlandırdığımda kastettiğim “başkalarının ‘siyah’ olarak gördüğü birisidir”. “Kırmızı”, “kahverengi” veya “sarı” da siyasi bir profile sahip olmadıkça ve rengin kendisindense, değerini ve etkisini özetledikleri ve bunlara işaret ettikleri sürece bu kelimeleri aynı şekilde kullanamam. Dolayısıyla siyah ve beyaz “renkliliğin” belirticileridir, deyim yerindeyse, renklerin kendilerinden ziyade renkler karşısındaki tutumları belirtirler. Bu son cümleyi söylerken renklerin alışılagelmiş çağrışımlarıyla, birer fiziksel olgu olarak renkler arasında bir ayrımı kastetmiyorum, zira benim renkleri görmek diye ifade ettiğim şey, tam olarak renklerin taşıdığı kültürel anlamları görmek demek. Renklilik ve renkler arasında benim ima ettiğim ayrım, kültürle doğa arasındaki bir ayrım değildir (2).
-Steven Connor, The Book of Skin

Dünya beni nasıl tasarlar? Bu elbette sorudaki “sen”in kim olduğuna bağlıdır. Sekiz yıl önce, New York Times “Barack Hussein Obama Birleşik Devletlerin 44. başkanı seçilerek Amerikan siyasetindeki son ırksal bariyeri de kolayca süpürüp attı” diye yazan bir makale yayımladı (3). Oysa aynı gazetede bu yılın başlarında yayımlanmış başka bir yazı oldukça farklı bir resim çiziyor: “Dallas şehir merkezinde polis memurlarına ateş açarak beşini öldüren ağır silahlı keskin nişancı, yetkililerin cuma günkü açıklamalarına göre, öldürebileceği kadar çok sayıda beyaz polis memurunu öldürmeye özellikle kalkışmıştı.” (4) “Modern insanın ruhtan ziyade bir üstderisi vardır” diyen James Joyce’un iddiası bir anda rahatsız edici derecede duruma uygun hale geliyor.

“Irk” anlayışımızın üç ana ölçütü -deri rengi, saç dokusu ve yüz özellikleri- arasından “farklılığı” en kolayca ortaya koyan deri rengidir. Bu rastgele bir ilişkilendirme değildir: deri renktir, renk de deri. Beyazlatma ve bronzlaşma bir yana, deriyi renk tonundan ayırmak mümkün değildir. Bu yüzden de
deri renginin insanlık tarihindeki öneminin rengin kendisiyle, rengin ifade ettiklerinin genellikle aynı şeyler olarak görülmesinden kaynaklandığını varsaymak mantık dışı olmaz. Ancak ne anlama geldiği zaman ve mekâna göre aşırı derecede farklılaşır. 18. yüzyıl Avrupası, bu yazının da kısmen ilgilendiği ırksal farklılıklara dair kuramlarda deri renginin ezici bir etken haline gelişinin başlangıcına damgasını vurmuştur. “Kısmen” diyorum çünkü “farklılık”la eşit derecede ilgilenmek, “köken”le ilgilenmektir. En azından bu yazının amaçları bağlamında, insan olmanın ne anlama geldiğine dair silsilenin başladığı yer de bu noktadır.

Başladığı Yer Burası

Güney Afrika’nın yerli dillerinden biri olan Setwana’da “Maropeng” kelimesi “kökeninin olduğu yere geri dönmek” anlamına gelir. Maropeng aynı zamanda Johannesburg’un yaklaşık 65 kilometre kuzeyinde bulunan ve 466 kilometrekare büyüklüğündeki paleoantropolojik bir alanın adıdır. İngilizcede “Cradle of Humankind” (“İnsanlığın Beşiği”) olarak bilinen Maropeng 1999 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Jeolojik katmanları arasında insanlığın kökenlerine dair ipuçları yatan bu alan -art arda dizili tepecikleri ve sık sık çıkan yangınlarıyla “Highveld” bölgesine özgü kayalık bir çayır- sıra dışı bir güzelliğin yanı sıra 1930’dan bu yana bilinen tüm erken hominini fosillerinin üçte birinden fazlasının çıkarıldığı bir kireç taşı mağara kompleksine sahiptir. Bu fosillerden bazılarının yaşı 3,5 milyon yıldan fazladır (6). Eylül 2013’te Rick Hunter ve Steven Tucker adlı iki amatör mağaracı Dinaledi Odası’nda (“yıldızlar odası”) fosilleşmiş iskeletler buldu. Bundan bir ay sonra National Geopgrahic Society ve Witwaterstand Üniversitesi’nin finanse ettiği Rising Star Keşif Seferi’nde -paleoantropoloji ve mağaracılık bilgilerinin yanı sıra küçük vücut yapıları nedeniyle de seçilmiş- altı bilim kadını mağaralara gönderildi. Toplam 1.500 fosilden oluşan “bulguları”, 2015 yılında bilim insanlarının Homo familyası altında sınıflandırdığı, soyu tükenmiş bir erken hominini türünün resmen açıklamasına yol açtı (7). Homo naledi’nin sınıflandırılması için daha fazla inceleme yapılması gerektiği yönünde bazı bilim insanlarının dile getirdiği itirazlardan dolayı bu tanımlama etrafında bir tartışma ortaya çıktıysa da, kırk yedi kişiden oluşan uluslararası ekibin kilit öneme sahip iddialarından biri Homo naledi’nin ölülerini gömmüş olduğuydu – bu “bilinçli bir kültürel kalıntı bırakma” eylemini bir tasarım edimi olarak da görebiliriz (8).

Homo sapiens’in kökenleriyle ilgili karşıt iki görüş mevcuttur: Yakın Dönem Afrika Kökeni (YDAK) ve Çok-Bölgeli Köken (ÇBK) kuramları. Çok-Bölgeli Köken Kuramı’na göre insanlar günümüzden iki milyon yıl önce ortaya çıkmış ve bunun ardından insanın geçirdiği evrim tümüyle tek, kesintisiz bir tür dâhilinde gerçekleşmiştir. “Afrika’dan Çıkış” adıyla da bilinen Yakın Dönem Afrika Kökeni Kuramı ise modern insanın bundan 200.000 ilâ 100.000 yıl önce evrimleştiğini ve bunlara ait bir kolun yaklaşık 60.000 yıl önce Afrika’yı terk ederek dünyanın geri kalanına yayıldığını iddia ediyor. Çoğunluğu geçtiğimiz yetmiş beş yıl içinde Maropeng’de bulunmuş fosil kanıtlara dayanan YDAK bilim çevrelerinde genel bir kabul görüyor. Tüm tasarım uygulamalarının “anası” olan DNA bu konuda şaşırtıcı derecede net: Afrika kıtasında dünyanın geri kalan bölgelerinin tamamından daha büyük bir genetik çeşitlilik var. Sırf bu gerçek bile bir paleoantropolog açısından, hepimizin Afrika kıtasından geldiğimize dair yeterli bir kanıt. Bu yüzden, evet, hepimiz bir bakıma siyahız (veya siyahtık) ve bir bakıma da Afrikalıyız. Ancak bunun, sıra tarihi açıklamaya geldiğinde pek bir faydası olmuyor – ya da daha belirgin bir biçimde söylemek gerekirse, derinin tarihini ve farklı tonlarına dair sorunlu anlayışımızı.

Yürüyen Deri

Hem Yunanların hem de Romalıların deriyi tasvir eden birçok kelimesi vardı. Yunancadaki Chros yaygın bir isim olduğu gibi genelde yakınlık fikrini ifade eder – enchroi “deriye yakın” demektir. Homochroma “rengin düzgünlüğüne” ya da derinin “ten rengine” atıfta bulunur. “Saklamak” anlamına gelen -belki de İngilizcedeki rind kelimesine benzer olan- derma da kullanılıyordu. Latincede deri için kullanılan başlıca iki kelimeden biri, canlı deriyi ifade eden cutis, diğeriyse hayvanlar için ya da korku yaratmak amacıyla kullanılan ve cansız, yüzülmüş deriyi ifade eden pellis’ti. Aristoteles’in “derinin hissedemediği”ne (9) dair inancı, derinin genel olarak “kalın” bir yüzeyden çok “ince” olduğu ve esas öneminin yarılıp açılmasında yattığı anlayışına büyük katkıda bulunmuştur. Süryanî felsefeci Edessalı Yakup da (Mor Yakup er-Ruhavî) Aristoteles gibi derinin bir sonuç olduğunu, kaynayan sıvıların yüzeyinde oluşan köpük tabakasına benzer bir şekilde kuruma ve sertleşme gibi süreçlerin bir sonucu olduğuna inanıyordu. “Deri dışsal bir konumda ortaya çıkmıştır çünkü dış kısmındaki nem havayla temas ettiğinde hava derinin sahip olduğu inceliği yok edip onu kalınlaştırmıştır.” (10) Ancak milattan önce üçüncü yüzyıla gelindiğinde derinin yüzeyini kesip açmakla ilgili klasik tabu, İskenderiye’deki tıp okulunda ilk defa cansız bedenlerin kesilip incelenebilmesine yetecek kadar gevşemişti. Galen’in De anatomicis administrationibus’unda meraklı tıp öğrencilerinin bedeni öğrenmek için takip etmeleri gereken sıralama belirlenmişti: kemikler, kaslar, damarlar, atardamarlar, sinirler, bağırsak, yağ ve salgı bezleri. Bedenin çalışan kısımlara ulaşmak için kesilmesi gereken yüzey olan deriyse bu listede saymaya değer görülmemiş. Da Capri ve Vesalius gibi isimlere ait 16. yüzyıl anatomi çizimleri de deriyi genelde el bilekleri, dirsekler ve ayak bileklerinden sarkan nazik ve geri çekilmiş bir önlük gibi betimler.

İncesiyle Kalınıyla

Afrika kültürlerinin çoğunda beden ve derisi, hem yaratıcılık ve sanatsal becerinin birincil mecrası hem de kimlik ve kendini ifade etmenin birincil kaynağı ve haznesi olarak görüldüğünden, derinin “kalın” veya “ince” bir yüzey olarak kavranışları arasındaki fark bilhassa ilgi çekicidir. Sözlü tarihten beden süsleme sanatına, beden üzerine kültürün kazındığı, yontulduğu, kesildiği, örneklendiği ve dövme olarak işlendiği, en basit haliyle diğer yüzeyler gibi bir yüzeydir. Bu bağlamda deri derinlik kazanır, bellek, tarih, gelenek ve tanıklığın kelimenin tam anlamıyla kazındığı ”kalın bir mekân” halini alır. Deriyi öncelikle “dışarıyı” tutan son koruyucu engel olarak gören Batı geleneğinin aksine Afrikalı deri gelenekleri, derinin “içindekilerin” -kan, doku, salgılar- yüzeyle etkileşimini teşvik eder, derinin yüzeyini kabartıp ona engin ve neredeyse elastik bir derinlik veren kabarık keloidler (yara izleri) de bunun bir örneğidir. Afrika kökenli toplumlar arasında bedeni keloid izleriyle süsleme eğilimi, nedbeleşme (skarifikasyon) ve deri yüzeyini kazıma uygulamalarıyla son derece özgün bir sanat biçimi yaratmıştır.

Sahra Altı Afrika’daki beden süsleme sanatı uygulamaları geleneksel olarak üç farklı girim seviyesine göre ayrılır: deri yüzeyinin kesilip ardından keloid oluşumunu sağlamak için odun kömürü, tıbbi veya iyileştirici özellikleri olan belli böcekler ya da otlarla yıkandığı deri yüzeyini kazıma; alt derinin en üst katmanına sivri bir uçla renkli bir maddenin batırılması ya da sokulmasıyla mat bir leke yaratılan dövme yapma; ve baş döndürücü bir değişimler dizisi içinde bir araya getirilen örüntülerin güzelliği betimlemek, bir hikâyeyi anlatmak ya da yaş, rütbe veya statü ifadesi olarak derinin yüzeyine uygulandığı boyama. Çocuklara çoğunlukla doğumdan hemen sonra ilk kesikleri yapılır. Devamında gelen kesikler belli aralıklarla, örneğin ergenliğe geçişte, ilk doğumun ardından veya emzirme döneminin sonunda uygulanır. Yapılırken genelde oldukça acı veren bu süslemeler, fiziksel görüntüyü iyileştirmenin bir yolu olarak görülür ve sıklıkla erotik çağrışımlar barındırır. Tören biçimleriyle birlikte bu işaretlemeler sadece kültürel değerleri ve tarihleri bildirmekle kalmaz: tören, ayin ve estetiğin sık örgüsünü pekiştirerek sürdürürler. Bu anlamda tasarım, dış dünyaya yapılan bir şey -örneğin bedenin (giyim) veya toplumun dış zarfı (binalar)- olmaktan çok dünyayı bedenin içine getiren bir şeydir.

Afrikalı toplumların birçoğunda renk de önemli ve simgesel bir rol oynar, kültürler arasında genel ve hiç değişmeyen bir önem atfetmek mümkün olmasa da. Bazıları için kan rengi yaşamın, neşenin ve sağlığın rengidir, bazıları için de ölüm, keder ve faniliği ifade eder. Örneğin bazı Orta Afrika kültürlerinde geleneksel şifacılar yaşam gücünü canlandırmak için hastaları koyu sarı renkteki aşı boyasıyla boyarken, Ganalı Aşanti halkı için kırmızı yasın rengidir. Afrika’daki dillerin çeşitliliği de rengi doğru bir şekilde değerlendirmeyi güçleştirir. Bazıları dokuyu, yüzeyin özelliklerini veya ton farkları ve örüntüleri göz önüne alır; bu da Avrupa dillerinde eşi olmayan renk kavramlarına yol açar. Bu kavramları ancak başka kelimelerle tarif etmek mümkündür. Büyük Akra bölgesindeki Ga halkının dilinde “kaba dokulu kırmızı” ve “parlak veya mat olan siyah” anlamına gelen ayrı kelimeler vardır. Renkler aynı zamanda zamansal göndermeler içerir: örneğin beyaz çoğunlukla atalar veya yeraltı dünyasıyla bağlantıları simgeler, ancak bu genellikle sadece ayinlerde veya törensel bağlamlarda geçerlidir. Bu nedenle renk kullanıldığı ölçeğe göre değişken anlamlar üstlenir.

Kendi Kendine Tasarlamak ve/veya Benliğin Tasarımı

Deri renklerimizle ilgili çağdaş saplantımız her yerde: sinema ve reklamlardaki sergilenişinden kozmetik ürünleri ve plastik cerrahiyle görünüşünü değiştirip kontrol etmeye dek derimiz aniden ilgi odağı haline gelmiş durumda. Hem deri fikri hem de kelime anlamıyla yüzeyi modern düşüncede öne çıktı (11). 1930’lardan bu yana eleştirel ve kültürel kuramın dili derinin varlığıyla doludur: Roland Barthes kıvam ve dokunun erotizmi üzerine çalışmıştır (12), Emmanuel Levinas açıkta kalan yüz derisinin etik çıplaklığa işaret ettiğini iddia etmiştir (13), Jacques Derrida’nın “çifte girim” kavramı da (bedene, kızlık zarına ve kalemle onun noktaladığı kâğıda) deri fikrini biçim, yüzey ve edim arasında yepyeni bir boyuta taşır.

Afrika çoğunlukla bu söylemde yer almaz, hâlbuki deri ve özellikle de deri rengi Afrika ve Afrika kökenli insanlarla özdeşleşmiştir, hem de insanlar ve yerler arasında olduğu varsayılan “kültürel” özdeşleştirmelerin hepsinden farklı bir biçimde. Afrikalı olmak demek, çoğunlukla siyah olmak demektir ve tam tersi şekilde, siyah olmak da Afrikalı olmak demektir. Bundan yüz yıl önce Birleşik Devletler’de Afrika kökenli Amerikalılardan “renkli” diye bahsediliyordu. 1920’ler ve 1930’larda W.E.B. Du Bois “Negro” terimine öncülük etti ve 1960’larda da bu terimin yerine “Siyah” geçti. 1988 yılında Şikago’daki bir basın toplantısında peder Jesse Jackson esas tercih edilen terimin “Afrikalı Amerikalı” olduğunu duyurdu ve bu isim az çok bugüne kadar tutundu. Fakat “Siyah”, “Afrikalı” ve “Afro” terimlerinin yer değiştirebilir doğası, Batılı düşünürlerin tarihsel olarak izin vermiş olduğundan daha derin bir karmaşıklığa işaret etmekte.

Benlik, kültürel kimlik ve deri rengi arasındaki iç içe geçmiş ilişkiler hem çok büyük ölçüde yapay (Aristoteles’in anlayışıyla çok ince bir örtü) hem de çok derindir. Derinin yüzeyini güç, sınıf ve hatta cinselliğe dair korku ve fantezilerimizin yansıtıldığı bir ekran olmaktan çok, derinliği, kütlesi ve hacmi olan gerçek bir mekân olarak kavramak, kimliklerimizi oluşturan -tarih ve ortak yaşantılardan ayin ve mitolojiye- unsurlar üzerine daha derin ve yaratıcı bir şekilde düşünmemize olanak verir. Claude Levi-Strauss bedeni “kültür tarafından damgalanmayı bekleyen bir yüzey” olarak tarif etmişti(15). Derinin derin ve esnek bir mecra olarak takdir görmesi Afrika’daki birçok sanatsal uygulamada yerleşiktir ve çağdaş tasarım için kışkırtıcı bir potansiyel barındırır – özellikle de tarihsel olarak bedenin kendisinden ayrı olup ona şekil vermek yerine onu barındıran bir kılıf gibi görülmüş olan mimarlık için. Stefano Boeri, “Bir Araştırma Programı için Notlar”ında yeni Avrupa’nın mekânsal ve bölgesel belirsizliğini tasvir ederken “artık işe yaramayan kelime dağarcığımız ‘merkez’ ile ‘çevre’, ‘kamusal alan’la ‘özel alan’ arasında ayrım yapmaya devam ettiğini” ifade ediyor (16). Boeri, “eklektik atlaslar” olarak adlandırdığı ve yeni mekânsal gerçekliklere daha uygun yeni kelime dağarcıklarının geliştirilmesi için ikna edici bir sav ortaya atıyor. Boeri’nin sözlüğü farklı mekân, biçim ve yer anlayışlarının nasıl bir araya getirilip okunabileceğiyle ilgili beklenmedik bir içgörü sunuyor. “Yeni” Avrupa topraklarının dört bir yanına dağılmış “gerçek” mekânlar kullanarak “taşkın”, “ozmoz”, “transplant” ve “nabız atışı”ndan bahsediyor. Buna tekabül eden Afrikalı “mekân” sözlüğü benzer belirsizliklerden yararlanabilir: “kalın”, “ince”, “markalı”, “oymalı” deriler. Batılı mimarlık tarihinin ve uygulamalarının büyük kısmının temelini oluşturan taşlaşmış anıtların yerine, “yırtıklar” ve “katlar”dan, “gerilmiş” yüzeylerden, “esnek ve kolayca bükülen mekânlar”dan bahsetmeye başlayabiliriz. Boeri’nin yazmış olduğu gibi, “belirsizlik yeniliğe dönüşür”.
Resim altları:

Resim 1. İnsanlığın beşiği. Fotoğraf: E. Wright
Resim 2. İnsan göçlerinin haritası. Kaynak “Creative Commons” lisanslı.
Resim 3. Deri yüzeyini kazıma. Fotoğraf: Jean-Michel Clajot
Resim 4. Tartışma yaratan Fransız sanatçı Orlan, belki de en çok kendi bedenini “Saint-Orlan’ın Reenkarnasyonu” olarak bilinen bir dizi “performans-ameliyat” için bir araç olarak kullanmasıyla tanınır. Amacı fiziksel bedenini Batı sanatının klasik güzellik ideallerine dayanarak -ve onlardan ilham alarak- dönüştürmekti: Boticelli’nin Venüs’ününki gibi bir çene; Jean-Léon Gerome’un Psyche’sinin burnu; Boucher’in Avrupa’sının dudakları; Fontainebleu Okulu tarafından çizilmiş haliyle Diana’nın gözleri ve Da Vinci’nin Mona Lisa’sının alnı. Fotoğraf: Açık kaynak.
Resim 5. Reçetesiz satılan deri ağartıcı kremler milyonlarca Afrikalı kadına “daha iyi” (daha beyaz) bir renk vaat ediyor. Fotoğraf: Açık kaynak.
Dipnotlar:

(1) Antonin Artaud, The Peyote Dance, çeviren Helen Weaver (New York, 1976), 37–8.
(2) Connor, S., The Book of Skin, (London, 2004), 148.
(3) Adam Nagourney, NY Times’da yayımlanmış yazısından, 4 Ekim 2008. http://www.nytimes.com/2008/11/05/us/politics/05campaign.html?_r=0. Son erişim tarihi 20 Temmuz 2016.
(4) Manny Fernandez, Richard Pérez-Peña ve Jonah Engel Bromwich, NY Times’da yayımlanmış yazılarından, 8 Temmuz 2016. http://www.nytimes.com/2016/07/09/us/dallas-police-shooting.html. Son erişim tarihi 20 Temmuz 2016.
(5) James Joyce in Padua, çeviren ve derleyen Louise Berrone (New York, 1977), 21.
(6) Highveld Güney Afrika’nın iç kısmında 1.500 ilâ 2.100 metre yükseklikte bulunan bir platodur.
(7) Amerikalı Lee Berger tarafından.
(8) Dirks, P., Berger, L., Roberts, E., Kramers, H., Randolph-Quinney, P., Elliott, M., Musiba, C., Churchill, S., de Ruiter, D., Schmid, P., Backwell, L., Belyanin, G., Boshoff, P., Hunter, K., Feuerriegel, E., Gurtov, A., Harrison, J., Hunter, R., Kruger, A., Morris, H., Makhubela, T., Peixotto, B. & Tucker, S., Geological and Taphonomic Context for the New Hominin Species Homo naledi from the Dinaledi Chamber, South Africa. [O], https://elifesciences.org/content/4/e09561. Son erişim tarihi 9 Ağustos 2016.
(9) Aristotle, Historia Animalium, çeviren D’Arcy Wentworth Thompson. The Works of Aristotle içinde, derleyenler Smith and Ross, cilt IV, III.11.518a
(10) Job of Edessa, Encyclopaedia of Philosophical and Natural Sciences, As Taught in Baghdad About AD 817, or Book of Treasures, çeviren A. Mingana (Cambridge, 1935), 88.
(11) a.g.e., Connor, S., 10
(12) Harari, J. V. ‘The Maximum Narrative: An Introduction to Barthes’ Recent Criticism.’ Style 8.1 (1974), 56–77.
(13) Bkz. Emmanuel Levinas, Collected Philosophical Papers, trans. Alphonso Lingis (Dordrecht, Boston and Lancaster, 1987), 116.
(14) Derrida, J., Spurs: Nietzsche’s Styles, çeviren Barbara Harlow (Chicago, 1979), 37.
(15) Levi-Strauss, C., Structural Anthropology, Basic Books, New York, 1963, 144.
(16) Boeri, S., “Notes for a Research Program”, derleyenler Koolhaas, R., vd. Mutations, Actar, Barcelona, 2001, 356–377.