Superhumanity

Hayır, değilsin

Keller Easterling

Homo sapiens sinir sisteminin, birleşik alan, temel parçacık veya evrensel hakikat gibi konularda doğru cevabı bulmaya can atan özelliklerini yüceltmek muhtemelen bir hatadır. Bu inanışlar sadece insanın biçimlendirdiği felsefelerde, dinlerde ve siyasal rejimlerde değil insanın gündelik edimlerinin tam kalbinde de bulunur. Bazı beyinsel kurgular -ki bedenin bütün icatları arasında en önemsiz, en gelip geçici olanları bunlardır- “bir ve tek” olma iddiasındaki mantıksal düşüncenin dökme demir gibi sağlam kapalı döngülerine hapsedecek şekilde kemikleşirler. Bir diktatör, öğretmen, ruhani önder, ebeveyn veya iş arkadaşı, hepsi neden haklı olduğuna dair her gün meditasyonlar yapar, bıkmadan usanmadan yargılar yürütür. Pek çok organizmanın zayıf düzeneklerinde bunun dışındaki hemen her şey sonsuz özyinelemeler, katlanarak çoğalmalar veya deneme-yanılmalarla olup biter. Ancak o inatçı özsaygının başıboş semptomu, son derece sınırlı bir davranış repertuvarı içinde sürekli dönüp durmasına yol açtığı organizmanın tamamına egemen olur. Hatta diyalektik ve telos falan gibi şeylere sabit fikirle, kanatçıklarıyla, kamçılarıyla asılıp kalan bizden başka yaratık yoktur diye düşünen insanlar, zihni böylesine sınırlayan bu alışkanlığın onları diğer tüm canlılardan ayıran özel bir yetenek olduğunu düşünme hatasına da kapılırlar.

Üstünlük hissi çelişkiye tahammül edemediğinden, söz konusu düzenek bir bütün olarak da sık sık kapalı bir döngü içinde salınır: pohpohlama ve bağdaştırılabilir kanıtlar arasında dönüp durma—ve ikili bir dövüş—bağdaştırılamaz kanıtlara çamur atma. Dövüş, haklı olmanın özünü oluşturur. Kavga veya tartışma olmadan büyüme veya fikir yürütme olmaz. Çatışma olmadan edebiyat olmaz. Ağdalı argümanlar, doğal olarak bir arada var olan düşünceler veya pratiklerden ziyade art arda gelenleri gerektirir. Bu tür argümanlar, olanları silip süpürmek, yerine yeni ve aşkın olanları koymak zorundadır. Sorunun kökeni—yani haklı olma arzusu—soruna verilecek ilerici yanıt gibi ele alınır. Yeni doğru yanıt eskisini öldürür ve tam da şiddete teşvik eden zihinsel alışkanlıklar, onu bastırmaya yönelik imkânsız çabayla mevzilenir. Aslen, fikirlerin yenilikçiliği ile savaş düzeninin öncü birliği arasında tabiat ve niyet bakımından pek az fark vardır. İster entelektüel bir münakaşa ister topyekûn savaş biçimini alsın, bunlar “beşeriyet”in tüyler ürpertici hikâyeleridir.

Bu kaçınılmaz argüman, kapalı döngünün eğilimine sadık kalarak, her zaman, yapısal olarak doğru olacaktır. Stanley Fish adlı biri, polemikleri kazanmayla ilgili yakın tarihli kitabında, Monty Python’ın “Argüman Kliniği”nde geçen bir konuşmasına atıf yapar. Kliniğe gelip parasıyla bir argüman almak isteyen Michael Palin, “Argüman entelektüel bir süreçtir. Bir argümanı çürütmekse, karşındaki kişi ne derse desin ona karşı çıkmaktır,” der. John Cleese de, “HAYIR öyle değildir!” diye yanıtlar. Fish, farkında olmadan komedinin üzerine tuz biber ekercesine, bu alıntıladığı konuşmayı kendisinin de hep haklı olduğunu kanıtlamak için kullanmıştır. O ve pek çok başkası, sanki sürekli “ya, işte, gördün mü?” diyecek, hep haklı olacaklar ve bunu yapanlar da hep insan olacak. Kültür de, tartışma yeteneği için kendini kutlamaya veya onu doğru yanıtlara ulaştıracak akılcı düşünme mantığını harekete geçirmeyi sürdürecek.

Döngü ve ikili yapı, bireylerin günlük kaygılarının ötesinde çeşitli boyutlara taşınabilir. Evrensel bir inancın veya totaliter bir kontrol rejiminin tutsağı olmuş koca koca insan kitleleri ve devasa topraklar, hizaya girip haklı olduklarını göstermek için birlikte uyum içinde yürüyebilirler. Kaslar gerilir, yumruklar sıkılır, silaha dönüşür. Saldırganlığın veya tüketimin bütün akla yatkın sonuçlarını, istatistikler, veriler veya oyun teorisi gibi şeyleri öne sürmek, savaşları ve piyasaları rasyonalize etmeye yarıyor. Küresel altyapı platformları, kendilerini tarihsel olarak nihai, aşkın ve kurtarıcı gibi resmettiler; bu Turing’in tamamladığı bir dünyada bir şeye herhangi bir etkisi olan tek bilgi türünün veriler olduğunu söyleyen dijital teknolojilerde olduğu kadar, geçmişte demiryollarında da geçerliydi. Ellerinde silahlar, balyozlar, tutkuyla kendi Halifelerini arayanlar yalnızca IŞİD ergenleri değil.

Eski insanlardan modernlere, homo sapiens’in diğer yetkileriyle döngünün ve ikili yapının büyüsünü bozmaya girişenler dönüp dolaşıp onun girdabına kapıldı. Bedensel faaliyete, çoktanrıcılığa ve demokrasiye olan inançlarıyla, eskiler bugün hâlâ kültürün zirvesi olarak görülüyorlar, hâlbuki organizmanın gücünü ortaya çıkarmak için ümit vaat edici bir başlangıç yaptılar, o kadar. Veya rasyonelleşmiş kültürün “demir kafesi”nden kaçmak için bizler, bundan daha da doğru olan bir ideoloji seçtik. Belki Marksist duruş piyasayla düelloya tutuşacak, ta ki birinden biri ütopik nihai bir sona ulaşana dek, bu düelloda sadece saf olmayan kaybedecek. Deleuze ve Guattari, son derece bilgili olup kendi felsefeleri dışındaki şeylere de—mesela hayvanlara, gündelik pratiklere veya konuşma diline ait ifadelere—işaret etmeyi beceren filozof türüne canlı birer örnek teşkil ediyorlar. “Pek çok insanın kafasında büyüyen bir ağaç vardır, halbuki beynin kendisi ağaçtan ziyade ottur,” diye yazmışlardı. Yine de kaçmaya çalışırken, dönüp dolaşıp bazen monizme bazen ikili karşıtlıklara sürüklenme gibi zihin alışkanlıklarına kapıldılar. “Ödeşmek de buraya kadar, zira epistemoloji de masum değil.” Peki, beşeri bilimlerin kendilerini “radikal” veya “posthümanist” diye adlandırmasından kaçma girişimleri varken döngü ve ikili yapı sağlam bir şekilde kilitlenmiş değil midir? İşte yine, insanların kendi kendini yineleyen reddini ödüllendiren o aynı mantık.

Ancak, her ne kadar nasıl olduğunu rasyonel düşünce yapıları içinde ifade etmek zor olsa da, insanlar her zaman bu kafesten kaçar ve kendi sınırlarını aşarlar. Dünya, genelde felsefelerimizde hesap edilemeyen bir irrasyonellikle ve komediyle işler. Pek çok şey, mantıksal kanıtlar veya akli bir plan çerçevesinde değil irrasyonel arzularla değişir ve en rasyonel oyun teorisi bile basit bir dizi yalanla alt edilebilir. Filozoflar, bu güçleri genelde büyücülük veya başka bilinemez, sihirli arayışlar şeklinde ele alır; halbuki bu gelip geçici, hatta pratik edimler şeklinde tezahür eden herhangi bir bilgi türüdür. Bu kullanım bilgisidir—“ne olduğunu bilme”nin yanı sıra “nasıl olduğunu bilmek.” Bunlar, Marx’ın, genelde sabit tutulmaya çalışılan, “gizemli” dans masasının güçleridir. Belki de daha çok Gabriel Tarde’ın toplumsal “bulaşıcı hastalıklar” dediği şeylerdir, değişim ekonomilerinin can damarları. Bunlar argümandan ziyade, nereden başladığı belli olmayan ve nüfusları kat ederek her yere yayılan kanaatlerdir. Belki dünyanın en kafa karıştırıcı sorunları—rasyonel açıklamalara direnen sorunlar—bu merkez dışı toprakları mesken tutmuşlardır.

En tehlikeli insan türü olan zorbalar ve sosyopatların böyle gürbüz olmalarının nedeni belki sadece döngüye ve ikili yapıya yönelik sarsılmaz bir inanca sahip olmakla kalmayıp, elverişli bir irrasyonalite ve kurguyu yönetme yeteneğine sahip olmalarıdır. Onlar asla kendi içinde dönüp duran argümanlardan yorulmazlar, neredeyse istemsizce, son nefeslerine kadar, “yaptın-yapmadın” veya “öyleydi-öyle değildi” tarzı konuşmalara girerler. Sadece pes etmemekle kalmazlar, sürekli coşkuyla karşı saldırılara geçerler. Halkanın içinde olmaktan mutludurlar, çünkü onlar halkanın ta kendisidir. Onlar, “bir ve tek”tir ve önlerine sürülen herhangi bir karşı çıkış sadece püskürtülmekle kalmaz peşine düşülüp yerle bir edilir. Yine de en başarılı zorbalar, iknanın bulaşıcılığını da bilirler, tabii onu manipüle etmesini de. Bir yalan söylemenin rasyonel davranışı harekete geçirdiğini ve onu güçlendirdiğini bilirler, çünkü yalan hakikati düzene sokmak ve sağlamak için rasyonel davranışın gerekliliğine başvurur, öte yandan birçok yalanın varlığı üzerinde rasyonalitenin tökezlediği ve kaydığı teflon kaplamanın yapımına başlamıştır çoktan. İşte dini önderlerin, politikacıların ve şöhretlerin gücü burada yatar. Onların cezbedici çağrıları insanları tek sıra halinde uçurumun kenarına götürebilir. Sanki ayıkmış, kontrol kendisindeymiş gibi yürümek için özellikle büyük çaba sarf eden sarhoşlar misali arka arkaya düşerler o uçurumdan, bir yandan da her biri sıraya girmemiş olanlardan daha haklı, hatta daha rasyonel olduğunu söyleyecektir. Doğrulara sadece ve sadece kendilerinin erişimi varmış gibi hareket eden Trump destekçileri ve IŞİD mücahitleri, projelerinin ayrıntılarını kendilerinden daha az mantıklı düşünen veya yanlış bilgilendirilmiş olanlara anlatmaya tenezzül ederler. Üstün bir platformu işgal etmeye yönelik o bildik insan arzusu, baştan çıkarma ve itip kakma gücünü kusursuzca kamufle eder. Öyleyse, karşımızdaki ister okuldaki bir tehdit, ister küçük bir insan olan bir yönetici, ister modern “demokrasiler”imizin ürettiği otoriter bir lider olsun, sadece rasyonaliteyle veya bir tartışmayı kazanma arzusuyla donanmış bir şekilde, bu baştan çıkarmaya veya baskıya dur demek ya da kesintiye uğratmak neredeyse imkânsızdır.

Bir zorbaya karşı çıkmak, haklı olmak şeklindeki insan totolojisinin içinde dönüp durmaya mahkûmdur, öte yandan geniş bir davranış repertuarı sunmak, rekabetin, rasyonalitenin ve hep kendine haklı özsaygının ötesine geçerek felsefelerin kafasını karıştırabilecek bir güçtür. Bu güçler öyle tanıdıktır ki varlıkları neredeyse hiç algılanamaz veya belki sadece bildik söylem biçimleri içinde ifade edilmeleri zordur. İnsan olanın ötesinde var olabilmek için, insan olanı reddetmek yerine onu içerirler. Bunlar, “insandan daha insan”dır, hatta bazen derinin içine, benliğin ötesine geçerler. Her ne kadar genelde aklı başında bir insan tarafından paranormal görülseler de herkesin bu güçleri kullanma kapasitesi vardır—egemen inşalardan uzaklaşmak ve onların ısrarcı şiddetlerini alt etmek için.

Tasarım, iflah olmaz şekilde insan olanın yanı sıra insandan daha insan olanın olanaklarını gözlemlemek için mükemmel bir alandır. İnsan dediğimiz dar çerçevede tasarım, rasyonalitenin, çevreye, “doğa kanunları” olma iddiasında bulunan evrensel oran sistemleri veya geometriyle tam anlamıyla yayılmasıyla ilgili olabilir. Bu tasarım ideolojilerini yansıtan tarihsel bir Gesamtkunstwerk üzerine düşünmek kolaydır, öte yandan çağdaş dijital ortamlar da totalize edici düşlerin ve optik ve verili cinselliklerle aşırı doymuş bir sinir sisteminin son derece sınırlı güçlerine hapsolmuş durumdadır. Ancak tasarım, o sinir sisteminin başka güçlerini genişletmekle ilgili bir şey de olabilir. Ses, deri, iskelet ve kasların, başka katı maddeler, fotonlar ve dalgalarla iç içe geçen öyle çok henüz kullanılmamış becerileri vardır ki… İnsandan daha insan olan, insan tasarımını reddetmez; sadece o tasarımları daha geniş bir alana doğru çoğaltır: Orada her zaman sadece bir değil pek çok vardır.

Şeylerin tasarımının ötesinde, şeylerin asılı kaldığı ortamın tasarımı vardır ve totaliter bir ortamın tasarımının ötesinde de kendini yineleyen ortam tasarımı vardır. Doğru cevap, tek bir anlığına haklı olmaya mahkûmdur, o anın hemen ardından bir şey çıkar üstünlüğüne meydan okur. Fakat nasıl ki bir nehirde seyretmek pratik olamayacak kadar belirsizse, zaman salınımlı tasarımlar da sürekli halkadan ve ikili yapıdan uzaklaştıran açılımlar, belirsiz bir dizi değişim sunarlar. Bu belirsizlik marjinal veya zayıf değildir—karşı manevrayla karşılaştığı anda tepki vermeye yetecek kadar atiktir. Öyleyse, master planların tasarımına ek olarak belirteçlerin, karışımların, karşılıklı bağımlılıkların, kimyaların, zincirleme reaksiyonların ve çark mandallarının tasarımlarını da öngörmeliyiz. Bu tasarımlar, bize doğru cevabı veya homeostatik dengeleri sunmaz ama uzama içkin şiddet eğilimleri varsa, gerilimi veya şiddeti durduran veya nötralize eden eğilimler de yok mudur? Gelecekte, mimarların sunduğu dokümanlar, mükemmel anların şipşak fotoğraflar değil de, birbirlerini dengelemek veya dengesizleştirmek üzere ortamda kalan bağlantılar ve karşılıklı bağımlılıklarla ilgili spesifikasyonlar içerebilir.

İnsandan daha insan olanı tasarlamak biraz bilardoya benzer. Masanın üzerindeki toplar bir tipoloji, art arda gelen bir ilişkiler ağı oluşturur. Ulaşılacak tek bir hedeften ziyade sert ve emici yüzeylerden oluşan esnek bir ağ vardır. Sadece tek, sabit bir hareketler dizisi görebilen oyuncu deliklere daha az top sokar, masanın potansiyelini düşürür ve oyunu kaybeder. Beyaz top ve hedefi nadiren delikle bir hizaya girer, dolayısıyla bilardo vuruşlarının çoğu, dolaylı vuruş ve sektirme maharetine bağlıdır. Oyun, her vuruştan sonra değişen, çeşitli aşamalarda pek çok olası dala ayrılan bir zincirleme reaksiyon gibi oynanır. Ama yine de her vuruşta yapılabilecek en yaratıcı şey, daha fazla vuruş yapılma şansını artırmaktır—olasılıklar ağında daha çok dal, daha çok bilgi üretmek. Her vuruştan önce vuruş yapılacak topu ilan etmeye ihtiyaç yoktur, kapıyı izleyicilerin tahminlerine açık bırakmak daha iyidir. Bir de temas meselesi var ki tarif edilmesi pek kolay değildir, onu sadece yapan anlar. Bilardo, bir bedenin tüm sezgileriyle ve güç alanlarıyla havada yaptığı bir hareket üzerine değişebilecek her şeyin habercisidir sadece. Ellerden gelip istekadan geçerek topa geçen kasti bir hız ve etki meselesidir. Fakat bazen de İngilizce meselesidir—beyaz topa verilen bir falso sonra bir başkasına aktarılır. İngilizce de öngörülemeyen ama yine de istifade edilen ileri bir tekniktir. Vuruşu yapanın niyetinden ziyade insan derisinin dışında hareket eden katı cisimler arasında olup biten bir şeydir. Başka başka potansiyeller, seçenekler kurmaya devam edebilen oyuncu masada daha uzun kalır. Bu, haklı olamayacak kadar akıllı olmak gibi bir şeydir.