Superhumanity

Kahrolsun Bu Dünya

Tony Chakar

I
Beni yakıyorsun
– Sappho, tutku üzerine

Lübnan’ın en ünlü şarkıcılarından biri Fairuz’dan, çocukluğumun şarkılarından biri:

Dilerim ki
Sen ve ben bir evde olsak
Bir ev en uzaktaki ev
Silinmiş ardında sınırlarının karanlığın ve rüzgârın
Ve şimdi kar düşüyor, yaralıyor yüzeyini her şeyin,
Sana yolunu kaybettiriyor, ki asla terk etmeyesin,
Ve sen kalırdın,
Yanımda, sen kalırdın,
Binlerce mevsimi boyunca yaseminin çiçek açar ve solarken
Ve sen kalırdın,
Yanımda, sen kalırdın,
Yanımda, sen kalırdın,
Ve tek bir damla yağ kalmazdı lambada
Dilerim ki
Dilerim ki

Şarkı, Fairuz’un (vatansever olanlar hariç) çoğu şarkısı gibi romantik kabul edilir, müzikal aranjman vanilya gibi tatlıdır ve sesinin tonu bir tutam melankoliyle birlikte saftır. Sıradan bir pop şarkısı yaratmak için gerekli tüm malzeme bu, hayranlar tarafından YouTube’a yüklenen videoların karışıma yalnız duran kır evleri, çiçekler ve kalpler ekleyerek içselleştirildiği gibi.

Ancak bu şarkı gerçekten aşkla ilgili mi? Olmadığı iddia edilebilir, aslında bir erkek tarafından yazılan şarkı sözlerinin Öteki’ye aşık olmaktan ziyade ona sahip olmakla ilgili olduğu düşünülebilir ki bu durum aşk veya arzunun oluşabileceği, çiçeklenebileceği bir alan bırakmaz. Belki de doğrudur; şarkı sözlerinin çocuksu karakteri, toyluğu ve bugünün dünyasında aşkın nasıl deneyimlendiğinden uzaklığı, onları ikna edici olmaktan oldukça uzaklaştırıyor.

Ama tüm bunlara rağmen bu şarkı sözleri hakkında oldukça tuhaf bir şey var: Sözler “sınırların ardında” topyekûn bir karanlık yaratmak üzere örülüyor. Şarkıcı aşık olduğu adamı yakınında tutabilmek için yeni bir dünya yaratmadan, var olandaki öğeleri düzenleyerek, tüm dünyayı yeniden tasarlayabilmeyi diliyor. Bu dünyada patikalar yoktur, çünkü adamın istese de evden çıkamayacağı bir şekilde tüm yollar vahşice yağan karla kaplıdır. Durum, kadının hâlihazırda evin içine kapalı olduğu ve gelenin adam olduğu varsayımını yaparak başlar ve sonrasında kadının Doğa’nın unsurlarını düzenleyerek adamın gitmesini engellemesiyle devam eder. Bu evrende zaman yoktur: Samimiyet anı bin yıl sürer, çiçekler oluşur ve yokluğa çökerler. Bu evrende ışık yoktur, topyekûn karanlığın evrenidir, ışığın yokluğu adamın kendi yolunu bulabileceği hiçbir referans noktası olmayan bir evrende görme eylemini feshetmek için gereklidir.

II

Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu, engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.
Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.

– Genesis 1:24

Tanrı’nın tasarımında ışık hayatiydi. Dünya’ya şekil verdi ve boşluğu doldurdu, ışık ve karanlığın ayrılığı sayesinde yaratılış planının geri kalanı mümkün oldu. O hâlde, o “karanlığın ve rüzgârın sınırlarının ardında silinmiş” ev ile ilgili şarkıyı söyleyen bu kadın kim? Kim bu Tanrı’nın tüm tasarımını ters yüz etmek isteyen kadın? İnsan mı? Eski Dünya’nın yerine ne koyuyor? Dünya için nasıl bir tasarımı var?

Şeytanlar ve iblislerle ilgili, en azından popüler kültürde anlaşıldıkları şekliyle, komik olan şey hiçbir zaman gerçekten Tanrı’nın tasarımını bozmaya çalışmıyorlar. Bunun yerine insanı manipüle ederek tasarımı kontrol etmeye çalışıyorlar ama bu tam olarak aynı şey değil. Şeytan neden tüm bitkilerin kontrolünü sağlamaya çalışmadı ve örneğin insanlara saldırmak ve zapt etmek için kullanmadı? Popüler hayal gücünde, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Şeytan Tanrı’nın düzenini kabul ediyor gibi görünüyor. İnsanlığı cezbedip, ayartıp, yoldan çıkarmaya çalışıyor ama hepsi bu. Ele geçirmek için rekabet ediyor ama farklı bir plan, yeni bir tasarım sunmuyor.

Ancak bir istisna mevcut: “diğer” kadın, ilk kadın, Lilith. İncil’de Tanrı Adem’i yarattığında, yarattığı tek şey o değildi. “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı” Zamirlerdeki değişiklik, “ondan”, “onlara” geçiş, bir dişinin de olduğunu ve dişinin erkekle eşit olduğunu zira erkeğin yaratıldığı aynı maddeden ve aynı zamanda yaratıldığını belirtiyor. Adı Lilith’ti ve gece ile ilişkilendiriliyordu. Aslına bakılırsa ismi Arapçada “gece” sözcüğü ile aynı kökten geliyor (L/Y/L, ليل) ve popüler kültürde Succubus veya Arap mitolojisinde rüyalara giren her erkekle ilintili olan yaşlı, sessiz bir kadın olan “Qarinah” (قرينة) olarak yaşamaya devam ediyor. Lilith Adem’e itaat etmeyi reddetti ve böylece kanat çıkarıp Cennet’ten uçup gitti. Samael isimli iblisle çiftleşti ve Tanrı Samael’i hadım edene ve Lilith’e kendi çocuklarını yedirtene kadar akınlarca iblis doğurdu. Lilith’in hükümdarlığı gecedir ve geceleri uyuyan erkeklerle cinsel ilişkiye girmek, hamile kadınları avlayarak doğmamış çocuklarını çalmak için dolaşır.

Lilith’in hükümdarlığı Tanrı’nın tasarımından kovmaya, dışlamaya çalıştığı şeyin ta kendisidir: şekilsizlik, boşluk, karanlık. Tanrı’nın yaptığının iyi bir şey olduğunu düşünebilirsiniz, ancak eğer bu boşluğu saf yokluktan ziyade milyonlarca olası evreni barındıran bir şey olarak düşünürsek, milyonlarca “peki ya?” sorusu akla geliyor. Lilith’in elinin altındaki eksiksiz olarak bu: Milyonlarca olasılık, insanoğlunun yaradılışın merkezinde olmadığı (ve Lilith’in neden kaçtığından yola çıkarak, Adam’ın, erkek öğenin illa “üstte” olmadığı), yaşamın ölümle, aşkın nefretle, savaşın barışla beraber anılmadığı, savunmasız maydanoz yapraklarının üzerine dolu yağmayan nazik bir evren gibi “Işık olsun” ile başlamak zorunda olmayan milyonlarca başka evren. Bu evren yaratılışın, Tanrı’nın tasarımının, binlerce yıldır mükemmellikle bizlere anlatılan tasarımının aptallığının başka bir şeyle değiştirildiği bir evren, haydi bunda “hassasiyet” ya da Arapçada “Hanaan” (حنان) diyelim: her şeyin birbirini özlediği, diğerlerini beklediği, dinlediği ve onların büyüyüp ayrılmasına izin verdiği ve ayrılanların sonsuz bir dansla, yaşamın dansıyla geri döndüğü bir evren.

Lilith’in tasarımı kontrolle ilgili değil. O özgür olmak, kendini güya eşit yaratıldığının kontrolünden kurtarmak istedi. Bunu yapabilmek için ilk olarak küfretmesi gerekiyordu; Tetragrammaton’u telaffuz ederek kanat çıkardı ve milyonlarca olasılığın uykuda beklediği, Tanrı’nın tasarladığı dünyanın diğer tarafına kaçtı. Ancak bu olasılıkların tabiri caizse gün ışığına çıkması için hâlihazırdaki düzenin, eşitin eşite tahakkümünün bitmesi gerekiyordu ve farz ediyorum ki gece gezmelerinin, dadanmaların ve sessizliğin nedeni buydu. Işığın ve zamanın silindiği veya yeniden başlayabilmek için her şeyin geri alındığı, “karanlığın ve rüzgârın sınırlarının ardında silinmiş en uzaktaki evin” asıl anlamı buydu.

III

Ey, karanlık oda(lar)da uçan sen,
Defol şu an, şu an, Lilith.
Hırsız, kemik kıran.
– Lilith’e karşı efsun, İsa’dan önce 7. ya da 8. yüzyıl, Suriye.

Dünya’ya yapılanları, Tanrı’nın tasarımını geri almak ve karanlığa sürülmüş örtülü tüm olasılıkları, hayal edilebilecek her şeyi, olası her şeyi ortaya çıkarmak, muhalefetsiz kalmıyor. Lilith’in hikâyesinde, Tanrı’nın onu her gün yüz çocuğunu yemekle cezalandırdığı söylenir. Dolayısıyla, hikâye Lilith’in hareketlerinin öfke ve intikamdan kaynaklandığını söyler. Bahsinin edilmesine gerek dahi olmayacağı üzere, bu ifadeler kurulu düzenin tarafından, muzaffer güçlerin, bugün hâlâ dünyayı şekillendiren, bizim onu nasıl görmemiz, duymamız, koklamamız, tatmamız ve ona nasıl dokunmamız gerektiğini, bizim dışımızda olan her şeyle, insanlarla, nesnelerle, doğayla, kozmosla nasıl ilişki kurduğumuzu dikte edenlerin cephesinden yazılmıştı.

Başka olasılıklar düşünmek kolay değil ancak zaman zaman her şey oldukça berrak olabiliyor. 14 Ekim 2011’de, Suriye’nin Kafranbel isimli küçük bir köyünde bir eylem sırasında yerli halk tarafından bir pankart açıldı:

Kahrolsun bu rejim ve muhalifler
Kahrolsun Arap ve İslam ülkeleri
Kahrolsun BM Güvenlik Konseyi
Kahrolsun bu dünya
Kahrolsun her şey
İşgal altındaki Kafranbel 14 10 2011

Olayı belgeleyen fotoğrafta köy sakinleri pankartı tutarken ve iki parmaklarını aşağı doğru tutarak baş aşağı bir zafer işareti yaparken görülüyor. O günden beri “Kahrolsun Bu Dünya” graffitisi Kahire, Londra, Bağdat ve dünyanın diğer bir çok şehrinde görüldü.

Pankart nihilistik, keskin ve hatta siyasi olarak naifçeydi. İlk bakışta dibe, depresyonun son seviyesine vuran insanlar tarafından yazıldığı düşünülebilirdi. Ancak nihai bir umut yoksunluğu anı, çoğu zaman nihai bir berraklık anına yol açabilir. Suriye devrimi bir diktatöre karşı yapılan barışçıl protestolarla başladı. Takipçilerinin cevabı ise “Beşşar [Esad] ya da Suriye’yi yakarız” şeklinde oldu. Ve yaktılar da. Dünya Bay Başkan, Şehirlerin Yok Edicisi ile pazarlık yaparak “barışçıl bir çözümden” bahseder, IŞİD daha yokken bile IŞİD yüzünden endişelenir, kendinden menkul muhalefetle “barış konferansları” düzenler, farklı örgütlere silah gönderirken mülteciler çöpmüşçesine muamele görüyor, çözmek için uğraşılması gerekilen bir sorun olarak görülüyorlardı. Her şeyini kaybetmiş, denizler, ormanlar, sınırlar, şehirler ve güvenlik güçleri boyunca tehlikelerle dolu bir yolculuk yapıp, varmayı çok istediği yere varınca bir “sorundan” daha fazlası olmadığını keşfetmiş biri… Böyle bir şeye müsaade eden dünya düzeninin yıkılıp ayaklar altına alınması gerekir. Bu düzen bozulmalı, o pankartın söylediği şey buydu. Nihilistik bir söylem değil, sonuna kadar geçerli bir siyasi program. Kafranbel sakinlerinin dünyanın gerçekleriyle yüzleşmesine neden olan o an, bizlerin de böyle şeylerin basitçe mümkün olmadığı başka olasılıklar, başka dünyalar düşünmemizi sağlıyor.

IV

Sana şehirlerin üzerinden konuşuyorum
Sana düzlüklerin üzerinden konuşuyorum
Ağzım kulağının karşısında
Duvarın iki yüzünün karşısında
Sesim seni ikrar eden

– Paul Éluard

Dünya’yı yıkmak demek, görüş biçimimizden, duyuş, koklayış ve dokunuş biçimimize öğrendiğimiz her şeyi unutmak demek. Her şey. Tasarım, spesifik bir pratik olarak, bu planda bir rol oynayabilir mi? Mümkün, ancak bunun için olduğu hâliyle dünyaya inanmayı kesmesi gerekiyor. Tasarım, bizzat kendi içinde oldukça derinde gömülü olan bir şeyden, bireyin üstünlüğünden vazgeçmeli yoksa “yaşamı daha iyi yapacak” konfor (Konfor nedir? Kimin konforu?) nesnelerinin yaratımında takılı kalacak. Toplumsal tasarımın ya da tasarımın toplumsal sorumluluklarının elçiliğini yapmıyorum, zira eğer dünyayı yıkacaksak unutulacak ilk şey birey hakkında bizlere öğretilen onca şey, onun bütünlüğü, sağlığı, duyguları, hâlleri, toplumsallığı olmalı. Dünyaya kendisini kazımayı git gide daha zor bulan hermetik bireyden ziyade, başka bir kazıma, biz ve dünyadaki diğer şeyler arasında sürekli, tamamlanmamış ve zenginleştirici bir iletişimle sınırları patlatacak bir iz bırakma tercih etmeliyiz. Veya Friedrich Hölderlin’in söylediği üzere “Cette conversation que nous sommes”, “Olduğumuzun iletişimi.”