Superhumanity

Kafalarımız Yuvarlak, Ellerimiz Orantısız

Hu Fang

1
Beyaz ışığı cep telefonumun ekranından gördüm -İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki güvenlik kamerası canlı bombanın infilak etmesini yakaladığı an çerçevenin sol üst köşesinden yayılan beyaz ışık patlamasını- ve bu geçip giden beyaz ışık bazı insanların hayatlarının önceden bir uyarı olmaksızın onlardan acımasızca alındığı anlamına geliyordu.
Bu bir canlı bombanın modern bir kamusal alanda masum insanlara saldırdığı ne ilk ne de son seferdi, bu vahşi olayların bu denli dehşet yaratması tam da insanların masumiyetinden kaynaklanıyor: Şiddet amacına ulaşına kadar kimsenin canı bağışlanmayacak.

Bu iPhone’umun küçük ekranından aldığım bir haberle sarsıldığım ne ilk ne de son seferdi. Sıkıca tuttuğum iPhone’um neredeyse duyularımın bir uzantısı haline geliyor, kaçınılmaz olarak çağdaş düzenin bir parçası haline gelmemiz tam da bu teknolojik duyarlılıkla gerçekleşiyor. Bu düzen hem teknolojik ivmelenme hem de Sanayi Devrimi’yle gelen sayısız sosyal sistemi “geliştirme” ve hayat kalitesini yükseltme planıyla kuvvetlendirildi. Bu yeni düzenin inşa sürecinde, insan yaşamı giderek artan oranda bilgi/gücün -Michel Foucault’nun “biyopolitika” olarak tanımladığı süregelen olgu- etkin müdahalesine maruz kaldı. Eğer teknoloji (elbette ki politikayı da kapsayarak) insanın algısal aparatının bir uzantısıysa ve tasarım teknolojinin gündelik hayatla bütünleşmesinin bir yoluysa, o zaman günümüzde teknoloji ve tasarımın ulaşmaya ve kapsamaya çalıştığı her eşik hâlihazırda yaşamın kaynaklarının denetimi ve idaresine doğru vücudun kendisine uzanıyor.

Canlı bomba saldırısı cismani vücudu -biyopolitikanın özü- yeniden kurban ediyor. İntihar bombacıları genellikle basit teknikler kullanarak ucuz, gündelik malzemelerden ev yapımı bombalar hazırlıyorlar. Küresel askeri-endüstriyel kompleksin (aynı zamanda karlı askeri-endüstriyel ekonomisinin) kontrolünden kaçan bu cihazlar, uzman olmayan kişilerin her an saflarına katılmalarına olanak sağlamanın elverişli bir yolu. “Ev yapımı bomba” ve intihara eğilimli vücudun birleşmesinin getirdiği ise belki de insanlık tarihinin bugüne dek karşılaştığı en zorlu meydan okuma: Büyük ölçekli savaşların ardından savaş alanları gündelik mekânlara taşınmış durumda. Esasında dünyanın tüketicileri iPhone 6S’lerini ve iPhone 6S Plus’larını almaya dalmışken bu ev yapımı bombalar gübreden yapılıyor.

2
“Mısırın yakın tarihindeki büyük dönüm noktası … Aşağı yukarı 1947’ye, Muscle Shoals, Alabama’daki devasa mühimmat tesisinin kimyasal gübre üretmeye geçtiği güne dayanıyor.”
– Michael Pollan

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, ABD hükümeti elinde çok fazla miktarda patlayıcının ana maddesi olan askeri tip amonyum nitrat olduğunu fark etti. Buna karşılık Tarım Bakanlığı’ndaki uzmanlar harika bir fikir buldu: Amonyum nitrat bitkiler için nitrojene dönüştürülebilir ve tarlalara gübre olarak serpilebilirdi. Böylelikle de savaş teçhizatının barış dönemi tekrar tahsis edilmesiyle gübre doğdu. Ama bunun savaşın hayaletlerini gerçekten defedip etmeyeceğini kim bilebilirdi ki?

Gübrenin icadından yarım yüzyıldan fazla geçmişken amonyum nitrat ve akaryakıtı birleştiren -“gübre bombaları” denen- bombalar günümüz uluslararası teröristleri tarafından yaygın olarak kullanılıyor. Nitrojen gübrelerinin hammadelerinden biri olan amonyum nitrat, akaryakıtla birlikte düşük maliyetle rahatlıkla satın alınabildiği için “yoksul bombaları” adını almış durumda.

“Yoksul bombası” endüstriyel toplumun elindekilerden türetilip acziyetten kurtulmak için “kendin yap” yaklaşımının uyarlandığı her türlü sosyal projeyi, hatta “yoksul tasarımı” çağrışımını ortaya çıkaracak ev yapımı yöntemlerle üretiliyor. Üretim yöntemi ile ilan edilen hedefi birbirine çetrefilli bir biçimde bağlıyken, yoksul bombası başka insanların hayatını kaybetmesiyle ilgili bir nedamete yol açmadan rahatlıkla radikal bir eleştiri beyanı haline gelerek yarattığı dehşetin uzaklara erişmesine ve her yere nüfuz etmesine yol açabilir. Teksas’ta bir lise öğrencisi olan Ahmed Mohamed’in ev yapımı saati, patlayıcı alet sanılmış ve öğrenci polis tarafından gözaltına alınmıştı. Mohamed iki gün sonra salınmış olsa da ev yapımı bombalarla ev yapımı saatler arasındaki farkı -hayatları yok etme kapasitesiyle dünyayı keşfetme kapasitesi arasındaki- bu denli müphemleştiren nedir?

3
“Öz tasarım”, basit bir dünyayı irdeleme aracı olarak bize onunla olan ilişkimizi keşfetme imkânını sağlıyor. Ama hayatın değeri o kadar eğrilip büküldü, onu korumakla yok etmek arasındaki sınır o kadar kırılganlaştı ki, bugün “öz tasarım”dan bahsettiğimizde bu durumla yüzleşmeli ve şu soruyu sormalıyız: Hayatın çeşitliliğine dair merakımızı nasıl geri kazanabiliriz? Hayatta kalmak için elimizdeki kısıtlı sayıdaki kaynağı birlikte yaşamın koşullarına dönüştürmeyi nasıl yeniden öğrenebiliriz? Krizin tam ortasında gündelik rutinleri yeniden tesis etmeye dayalı bir egzersiz gibi.

Hayatı sakınma, saklama, sağlama teknolojileri nerede? İnsan varoluşunun ve kültürünün sırları, çoğalmak için son tahlilde hangi araçları kullanmalı? Bu “zanaat”in işin içine nasıl yeniden dahil olduğunu açıklıyor. Geçtiğimiz yüzyılın başındaki bir parça romantik “Sanatlar ve Zanaatler Hareketi”nin aksine “çağdaş zanaat”in önemi, yalnızca “geçmiş”in “geleneksel kategorileri”ni sürdüren ama aynı zamanda bedenlerimizi mecraya çeviren her türlü yaratıcı işe uzanan zanaatler olmasında değil; insan zekası, ufku ve teknoloji aracılığıyla hayatta kalmanın maddi unsurları hayat deneyimlerinin paylaşılabilir malzemelerine dönüştürülüyor. Böyle olunca da ses teknisyenleri, film kurgucuları, müzik aleti yapanlar, hikaye anlatıcıları, aşçılar, bahçe düzenleyicileri, Çin tıbbı pratisyenleri, bira yapımcıları ve arıcılar günümüzün “zanaatkârları” olarak düşünülebilir. Bu çalışan bireylerle karşılaştığımızda, insan varoluşuna çok yakından bağlı malzemelere dokunup onları dinlediğimizde yaşamın güçlerini ve hayatta kalmanın kültürel uygulamalarının zirve noktalarını anlayabiliriz, öyle ki “zanaat”in kendisinin sahip olduğu günlük uygulamanın orijinal gücünü geri almak ve benlik ile topluluk arasında, “benim varoluşum” ile “ötekinin varoluşu” arasında bağlar kurmak mümkün hale gelir. Her gün şiddet sonucu biriken nefret değil, yaşama karşı duyduğumuz takdir ve hürmet.

“Kafalarımız o kadar yuvarlak ki, düşüncelerimiz yön değiştirebiliyor.” Francis Picabia’nın bu sözleri belki de “insan tasarımı”nın en iyi kapsüllenmiş hâli ve sonuçta “insanlar bilgelik konusunda ne kadar yetersizse doğa da o kadar engin.” Yaşam aşırı derecede meşakkatli bir yolculuk, körelen hislerimiz ve duyularımız da halihâzırda havalandırmaya alışkınken çoğunlukla bizimki kadar engin ve giderek genişleyen bir dünyayla yüzleştiğinde çaresiz kalıyor. Ancak yine de bu insanlığın zihnin ve ellerin, bedenin ve maddenin sentezini, kendimizi dünyayla yeniden uzlaştırma yeteneğini aradığı ne ilk ne de son sefer. “Zanaat”in ahlakîliğinin üzerinde fazladan durmaya da gerek yok, zira “gerçekten ahlaklı çağ, ahlakın sürekli yüceltilmektense artık hiç düşünülmediği bir zaman. Aynısı zanaat için de söylenemez mi?” İnsan emeğiyle başarılanlardan “zanaat” tarafından paylaşılabilecekler arasında insanlar sürekli olarak insanlığın zenginliği ve dünyanın uçsuz bucaksızlığı karşısında hayrete düşebilir, ancak ölümün gücü her zaman yaşamınkinin etrafında duruyor.

Burada akıllara Franz Kafka’nın bir zamanlar mutlak adaleti temsil eden aracın dünyanın değişiminin ortasında gitgide kötüleştiği Ceza Kolonisinde’si gelir. Zamanla bu açıkça tanımlanmış “tuhaf” (parçalarından biri gerçekten de “Tasarımcı” olarak adlandırılan) araç tamamiyle mantıksız bir ölüm makinesine dönüşmüştür. Kendi bedenini rızasıyla “kurban” ederek araca “adayan” Subay gibi insanlar dışında gelecek nesiller artık güvenlerini yitirip yağlama maddesi olarak insan hayatına ihtiyaç duyan bu makineden uzak durmak için uğraşacak.