Superhumanity

Genin Ötesinde

Alexander Tarakhovsky

“Derinlik yoktur. Görünüş, olguların toplamıdır.” — Joseph Brodsky

Dünyadaki yaşam, deoksiribo nükleik asit (DNA) tarafından yazılmış bir anlatı. DNA’nın kimyasal tasarımı her yaşam formunda yeknesak ama dizilimi türler ve kişiler arasında farklılık gösteriyor. DNA dizilimleri farklı şekillerde bir araya gelen kimyasal harflerden (A, T, C & G) oluşuyor ve türlerin günümüzdeki çeşitliliğini sağlamanın yanı sıra gelecekteki yaşam formlarının tasarımlarının sonsuz bir şablonunu oluşturuyor. Dizilimin tamamlanmasıyla birlikte yaşam formları nesiller boyunca türlerin sınırları içinde durma eğiliminde oluyor. Ancak iki ayrı organizma, ikizler bile, birebir aynı senaryoyu takip etmiyor. Bu, adına “epigenetik” denen ve DNA dilinin sınırlarını genişletirken yaşam deneyimini farklı formlarıyla bünyesinde toplayarak çeşitliliğin bambaşka bir boyutunu yaratan etkiden kaynaklanıyor.

Epigenetik nedir? Epigenetiğin kurucusu Conrad Waddington, 1960’ların ortasında şunu yazmıştı: “Birkaç yıl önce [1947’de] genler ve fenotipi oluşturan ürünleri arasındaki nedensel etkileşimi çalışan biyoloji dalına uygun bir isim olarak artık gittikçe az kullanılmaya başlanan Aristo’nun ‘epigenesis’ sözcüğünden türetilen ‘epigenetik’ sözcüğünü ortaya attım.” “Epi”, “üzerinde” ya da “yukarısında” demek, “genetik” de işin içinde genlerin olduğunu ima ediyor, bu terim de genin “üzerinde” ya da ötesinde olanları çalışma ihtiyacına işaret ediyor.

Genin ötesinde veya üzerinde olan nedir? Tek bir insan hücresinin DNA’sı 1,2 metre uzunluğunda ve milimetrenin binde biri boyundaki hücre çekirdeğiyle sıkıca paketlenmiş. Paketlenmiş DNA topu, farklı dizilerin katlanmış bir misina gibi üst üste bindiği ve birbiri etrafında döndüğü havada duran 3 boyutlu bir yapıya sahip. Her döngü proteinleri şifreleyen genler ve gen faaliyetini tanımlayan sayısız düzenleyici unsuru içeriyor. Epigenetik, gen yapısına karışmadan gen faaliyetini tanımlayan düzeneklere değiniyor. Yani epigenetik, DNA “okuması”nda metnin kurgulanmasından çok sansürlenmesi gibi.

DNA “okuması”, kör bir okurun brail alfabesi üzerinde gezinen parmakları gibi aşırı bir kesinlik ve hassasiyet içinde DNA yapısı üzerinde faaliyet gösteren binlerce farklı proteini içeriyor. DNA okuma molekülleri çevresel etkileri açık, bunlar daha uzun süreli ve kuvvetli oldukça da hücrelerin DNA okumasını çevresel baskıya ayarlama olasılığı daha yüksek. Farklı hücre ve organizmalara göre çevresel etkinin anlamı da değişiyor. Örneğin devamlı saldırı korkusu, beyin nöronlarında yer alan ve saldırıya karşı anında tepkiden sorumlu yüzlerce genin faaliyetini etkiliyor, ayrıca korku içinde bir yaşama kalıcı bir adaptasyon, yani “özgür” bireylerin beyninde çalışan genlerden pek çoğunun baskı altında ya da korku dolu ortamlarda yaşayanların beyninde sessiz ya da anormal bir şekilde faal olması anlamına geliyor. Gen faaliyetinin ve her hücredeki gen modellerinin kapsamı, bağımsız bir hücre lehçesi oluşturuyor. Hücreler birlikte çalıştıkça zamanla DNA dizilimi tarafından tek başına öngörülemeyecek özgün ve sabit özellikleri ortaya çıkaracak bir lehçe arşivi oluşturuyor. Ortak bir hücre dilinin ortaya çıkması, dilin okulda öğretilen gramerin katılığı ve kısıtlamasından azat edilen tam bağımsız lehçelerine benziyor. Genler birbiriyle ve “okurlar”la etkileştikçe, hücre çekirdeğindeki hayat fazlasıyla Akdeniz’in her tarafından Atina’ya dönen Yunanların yaşadığı eski Yunan liman kenti Pire’ye benziyor. Lehçelerin ve aynı dilin farklı çeşitlerinin temasının karışımı, “koiné” adında yeni bir dil meydana getiriyor. Koiné dili halihazırda var olan herhangi bir lehçeyi değiştirmiyor, onun yerine konuşulan bir lehçe olarak orijinallerin yanına ekleniyor. Benzer şekilde hücrelerimiz de koiné’yle orijinal DNA dilini değiştirmeye yeltenmiyor, koiné’yi çevresel etkilere karşı arzu edildiğinde kullanıyor. Dünyanın “pisliği”ne girmemizle birlikte genomumuzun sözümona bekaretine meydan okunuyor. Bakteri ve virüsler henüz rahimdeyken vücudumuzu istila ediyor, doğduktan sonra daha bile fazlasını yapıyor. Bir tek insanın içinde yaşayan toplam bakteri kütlesi kilogramlarla ölçülebilir. Bakterinin gelecekteki konakçısıyla ilgili önceden gelen bir bilgisi yok, benzer şekilde biz de istilacıların farkında değiliz. Simbiyotik bir ilişkiye erişmek için hem vücudumuzun hem de istilacıların kolektif vücudunun gereksiz tahammülsüzlüğünün fazla vurgulanmasını önleyecek şekilde birbirine uyum sağlaması lazım. Özetle bir insanın doğumu yalnızca yeni bir bireyin değil, aynı zamanda yeni bir topluluğun başlangıcı anlamına gelir. Korunmasızken vücudumuzdaki hücreler genetik dillerini biz ve “onlar” arasındaki hayat boyu sürecek simbiyoza ulaşmaya yardımcı olmak için ayarlar. Birinin diğerinin dokuları ve/veya hücrelerinde oturabileceği kadar yakın olabilseler de simbiyotik ilişki içindeki eşler sıklıkla farklı alemlere ait oldukları için ortak “dil”leri basit -ve eskiden kalma- bir iletişim biçimi olma eğilimi gösteriyor. Bu türden bir iletişim farklı varlıklar arasındaki sınırları bulandırıyor ve biyomoleküler bir ağın yükselmesine yol açıyor: “hologenom”la birlikte bir “holobiyont”. Bütün bunların altında ise hayatımız boyunca çevrenin yükünü taşıyan genlerimiz yer alıyor.

Bağışıklığımıza meydan okuyan bakteri istilalarına benzer şekilde bir yenidoğanın beyni de yaşadığımız sürece gelmeye devam edecek sınırsız sayıda yeni sinyalle karşı karşıya kalıyor. Midemiz ve derimizdeki genlerin bakteriyel varlığa uyum sağlaması gibi beyin hücrelerimizdeki genler de bakteri ya da virüs yerine bilginin varlığını mühürlediği ve onların işlevini değiştirdiği sanal bir “hologenom”un parçası oluyor. Bir bebeğin dünyanın ateşli yapısını kucaklarcasına beşikte bağırması, binlerce yıldır pek de değişmeyen genetik senaryomuzun yeniliğin yükünü acımasız ve beklenmedik bir biçimde deneyimlemesine karşı bir mücadeleyi yansıtıyor.

Yeniliğin yükü atadan kalan bir anının gelecek nesle geçirilmesiyle azaltılabilir mi? Atadan kalan çevrelere ilişkin bilgiler, yavrulara sperm hücreleriyle aktarılabilir mi? Yirminci yüzyılın başında Dr. August Weismann altmış sekiz beyaz farenin beş jenerasyon boyunca kuyruğunu ayırdı ve şunu buldu: “Yapay olarak bir uzvu kesilmiş ebevynlerden beş nesil boyunca toplam 901 tane genç üretildi… Tam gelişmemiş bir dil olan tek bir örneğe rastlanmadı, bu organla ilgili başka bir anormallik de yoktu”. Weismann, içgüdüsel olarak bir uzvu kesmeyi kalıtsal değişikliklere yol açması en olası deneyim olduğu için seçmişti. Ancak naifçe bir hata yapmış ve bir uzvun kesilmesinin belirtisini sonucuyla karıştırmıştı. Kuyruğun kısalması elbette ki kalıtsal değilken bir uzvun kesilmesinden duyulan travma kalıcı ve kalıtsal bir etki bırakıyordu. Korkunun yeni nesillere aktarılabileceği ortaya çıktı. Farelerin, güçlü derecede acı verici bir deneyimle eşledikleri bir kokunun hafızasını aktardığı bulundu. Deneyde belli bir kokulu madde, ayağa verilen bir şokla eşlendi. Bu şekilde davranılan erkeklerin yavruları o kokulu maddeye karşı artan bir hassasiyet gösterirken diğerlerinde kayda geçen bir değişiklik gözlemlenmedi. Bu çalışma ailelerin sperm aracılığıyla yavrularını olağanüstü derecede karmaşık bir kimyasal çevrede bilgilendirebilmesinin şaşılacak olasılığını ortaya koyuyor.
Bu deneyler fareler üzerinde yapılmış olsa da insanların farklı olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok. Tamamen münferit olmak yerine vücudumuz ve zihnimiz atadan kalan deneyimlerimizin rehinesi olabilir. Atadan kalma etkinin olumlu bir yanı olabilirse de yenilginin anlatısını da oluşturuyor olabilir ve bizi tehlikenin karşısında beceriksizce bırakabilir. Belki de devrim ve sonrasında gelen musibet, yalnızca geçmişin anısını silip yeni bir başlangıç yapmak için bir evrimsel araçtır.