Superhumanity

Öğrenen Ben’in Alanları

Tom Holert

Özerk Kaçış Eğitimi

Bana züppe dediler, bu açıkçası beni çok mutlu etti. Kendim için bir kültür, aynı zamanda yeni bir karakter ve bir kişilik icat ediyordum.
– Dider Eribon

Michel Foucault’nun iyi bilinen bir biyografisinin ve la question gay (gey meselesi) hakkındaki birçok kitabın yazarı Fransız filozof Didier Eribon, 2009’da mensup olunan sınıftan kaçış ve proletaryanın kendine duyduğu nefret hakkındaki 2009 tarihli otososyografik beyanı Returning to Reims kitabında, Althusser’in ideolojik “çağırma” perspektifinden, sosyal ve varoluşsal bir kaçış yöntemi olarak otodidaktizmin ve özerk özneleşmenin önemini vurgular. Bu süreçler, kişinin sınıfsal köklerinin kısıtlarından kendini özgürleştirmek adına kendi entelektüel formasyonunu düzenlediği belli bir yöntemi temsil eder. 1960’ların sonunda Fransız taşrasında proleter bir kökenden gelen bir lise öğrencisi olan Eribon, modern edebiyatın insanı harekete geçiren hazzını burjuva bir aileden gelen bir arkadaşı aracılığıyla keşfetti. Böyle okumalar, ekseriyetle görünürde özerk bir nizam dahilinde bu okumaları yapmak, Eribon’nun kısıtlayıcı ve baskıcı bulduğu toplumsal bağlamdan kendini koparmasında temel bir rol oynadı. Yine o sıralarda kendisi için bir eğitim, bir “kültür” tasarladı. Troçkist grubun bir üyesi olarak kendine siyasi bir öznellik belirledi ve gey bir erkek olarak cinsel arzularını kabullenmeye başladı. Bu eğitim, ailesinin homofobik ve antientelektüel çevresinden uzaklaşmayı ve büyük ölçüde otodidaktik bir seyre, hem entelektüel hem de cinsel olarak özneleşmenin farklı yollarında bir test sürüşüne çıkmayı gerektiriyordu.

Geriye bakıldığında, Pierre Bourdieu, Annie Ernaux, Raymond Williams, Michel Foucault ve diğerlerini çalışarak biçimlendirdiği bir sosyolojik algıya sahip olan Eribon’un otodidaktizmini ve akademik bir entelektüel olmak için duyduğu arzuyu “eğitim alanındaki seçimleri … toplumsal koşulların sebep olduğu yoksunluğun izlerini taşıyan” saflığına ve bilgisizliğine borçlu olduğu açıkça görünüyor. Öte yandan, kendisini sınıfının hükmünden kurtarmak ve (toplumsal, coğrafi ve psikolojik olarak) köklerinden uzaklaştırmak, olmayı hedeflediği insan için elzemdi. Her ne kadar bunlar babasının ölümünün ardından pişmanlık duymasına neden olduysa da, Eribon özgürleşmesinin kendine duyduğu nefret ve utanç verici bir şekilde sınıfını reddetmesine olduğu kadar toplumsal tabakalaşma gerçeğine dair kademeli bir içgörüye de dayandığını kabulllendi. Orta sınıf/burjuva kültürünün ayrıcalıklarına sahip olduklarını iddia edenlerin benlik kavramlarını ve tavırlarını özümseme adına harcadığı nafile çabanın, bilgiyi onun sahip olduğu toplumsal pratikten ve deneyiminden nasıl uzaklaştırdığını gözlemledi. Kendi gençliğine şüpheci bir şekilde baksa da, Eribon’nun kendine dönük eğitim icraatında, elle tutulur, alışılmamış bir gurur var. Returning to Reims öz-tasarımın tipik bir anlatısı veya Spinozacı filozof Chantal Jaquet’nin tanımladığı gibi “sınıf atlamanın” ve “yeniden üretmemenin” hikâyesinin ta kendisi olarak görülebilir. Bunlar kendini inşa etme yöntemleri toplumsal varoluşun esnekliğini kanıtlıyor olabilir, ancak Jaquet’ye göre çoğu zaman öz-keşif için çıkılan yalnız bir arayışta suçluluk ve utanç tarafından harekete geçirilen “kendi kendini yapılandırmış insan illüzyonunun” sınırlarına tabidirler. Eribon ise her ne kadar olduğu insan haline gelmek için mesken edindiği çeşitli ortamların dayanışmacı veya kolektif yapısını reddetmiyor olsa da, kendi yolunun münferit bir “ben” inşa etmek doğrultusunda olduğunu bilir.

Ben’in Mimari Yapısı

1968 sürecini çevreleyen en önemli siyasal fantezilerden biri de çevrenin kısıtlarından kaçmak ve toplumsal yelpaze üzerinde hızla hareket edebilmekti. Burjuvazi mensupları, öğrenciler ve sanatçılar sınıf meselelerine büyük önem verdiler. Kendileri dışında bir politik özne arayışında yüzlerini – son bir defa – işçi sınıfına çevirdiler, aynı zamanda gerçeklerden kaçmak adına sanrılara sebep olan uyuşturucular ve toplumdışı kalmış topluluklardan aşırı kişiselleştirilmiş devinimin bilimkurgusuna kadar çeşitli yöntemleri prova ettiler.

Mimar ve sanatçı Ruth Lakofski’nin (Denise Scott Brown’ın kızkardeşi) 1960’larda Architectural Design’da yayımlanan nadir ve müthiş yazılarından birinde ifade ettiği üzere, “kişinin kendini adadığı iş, kişinin o işi mükemmelleştirmesinin, büyülü hissedebilmek için mükemmel teni, saçı, bedeni, gözleri ve ruhu seçmesinin fiziksel tasavvuru hâline geliyor – Narkissos kendi yansımasını suda izlerken peyderpey değişiyor.” Lokafski’nin yorumlarını kısmen 1968’de New York’taki Güncel Zanaatler Müzesi’nde (Museum of Contemporary Crafts) sunulan, diğer başka şeylerle birlikte, NASA için üretilen bireysel şişirilebilir bot benzeri bir hayatta kalma giysisi ve havalandırmalı tek parça bir koruyucu kıyafeti de içeren “beden örtme” sergisi tetikledi. Dergideki köşesinde “homeostatik sistemlerde sayborg zamanlayıcıların kullanımı” hakkında kafa yoruyor ve 1968’de hayal edilebilecek, insanları “herhangi bir şey olarak yeniden kendilerini bulacakları” insan-sonrası bir sürece doğru fırlatan yaşam ve performans yükseltici teknolojilerin tümünü konu alıyordu. Bağlamı düşünüldüğünde, Lakofski’nin “yanımızda” taşıyacağımız evler hakkında yazdıkları doğal olarak Archigram üyesi Mike Webb’in 1960’ların ortasında ortaya koyduğu “Cushicle” projesini gündeme getiriyor. Sibernetik bir ortam olan bu alan, içinde yaşayan kişinin besinle ilgili, metabolizmal ve duygusal ihtiyaçlarını sezecek şekilde tasarlanarak, kişiye yakındaki insan-sonrası geleceğin fiziksel ve iletişimsel gereksinimleri karşısında sürdürülebilir bir özerklik sağlamak üzere düşünülmüştü. Böyle bir kendi kendine yeterliliğin (ya da kendi kendini kısıtlama da denilebilir) narsisistik monadolojisi, Lakofski’nin takip eden neredeyse yirmi yıl boyunca ayrıntılandıracağı bir çağrışımı, “bir bağımlı ve onun kese kağıdı torbalarını” düşünmesine yol açtı. “Soul Box” (Ruh Kutusu) ile Lakofski özellikle “kendilerini ruhlarının bir kılıfı, bir kabı hâline getiren insanlar” üzerine kafa yordu.

“Evi sırtında bir kadın (berduş), sokaklar boyu süren sonsuz yolculuğunda, her biri bir ruhun parçalarını taşıyan sayısız kese kağıdını yanında taşır. Bir şair, ressam, yazar, müzisyen veya bir marangoz, tersane işçisi ya da hobisi olan biri, gelişen ruhu büyütüp barındırmak için, ki o ruh olmadan ölü gibi hisseder ve öyledir de, yorulmak bilmeden çalışacak bir yere sahip olmalıdır. Stüdyolar ve atölyeler, “insanların kendi odaları”, ruh meskenleridir, keşfeden ruhun kılıflarıdır.”

“Evi sırtında kadının” kaotik-görünmesine-rağmen-aslında-son-derece-düzenli gezici mimari modeline sempatisini açıkça belli eden Lakofski, arayış içindeki bireyin ruhsal yaşamıyla – yani “gelişen” ve “keşfeden” ruhuyla – konut ve barınma meseleleri arasında bağlantı kurar. Lakofski, barınan birinin manevi faaliyetlerinin içsel mekânsallığı ve üç-boyutluluğuna vurgu yaparak öz ve mimari arasındaki girift ilişkiyi, dahası özün hakiki mimarisini işaret eder. Bireyin iç işleyişini topolojik ya da mekânsal kavramlarla açıklama pratiği köklü bir geçmişe sahiptir. Psikanalizden sürrealizme ve korku türünün çeşitli dalları da dahil olmak üzere, belleğin tiyatrolarını veya rüya gören ben ile yaşadığı mekânın kesişimini bir düşünün. Anthony Vidler’ın yerinde bir şekilde betimlediği üzere, mimari içerisinde psişik yansıtma ve içe yansıtmanın serbestçe ve sabit sınırlar olmaksızın hareket ettiği, “tüm öğelerin en muğlak olanında– mekânda – kendini gösterir. Bu yüzdendir ki, 19. yüzyılın sonundan beri ruh bilimini meşgul eden tüm mekânsal korku ve fobiler bu alanda konumlanır.”

Mimarinin ve öznelliğin aynileştirilmesi, öznenin öğrenme ve kavrama kapasitesini arttırmayı hedefleyen sayısız projenin merkezinde işlev görür. “Mekânsal korku ve fobiler” ve bunların öğrenmenin mimarisiyle olan bağlantısına dair en kapsamlı araştırmalardan biri sanatçı Mike Kelley tarafından üstlenilmiştir. “[Kelley’nin] gittiği tüm okulların ve büyüdüğü evin modellerinden oluşan büyük bir mimari tasarım” olan Educational Complex (1995-2008), geçmişi, otobiyografi yüklü eğitim, utanç, şehvet ve korku alanlarını yeniden inşa ederek yalnızca eğitimin bastırılmış hatıra ve travmalarını keşfetmekle kalmadı, aynı zamanda fiziksel mimari(ler) ve özneleştirmenin birbirlerinden ayrılmazlığının güçlü bir şekilde altını çizdi. Dahası, Educational Complex eğitim ortamlarının psişik, çoğunlukla tamamen hayal ürünü veya rüyavari gerçekliği ile ortaya koydukları fiziksel dış yüzey arasındaki uçurumu açıkladı. Howard Singerman, bu “dıştaki yükselme ve iç yaşam arasındaki uyuşmazlığı”, “modern eğitim mimarisinin ve resmettiği akla uygun pedagojinin açıklık ve şeffaflığıyla” eğitim ritüellerinde ve eğitim görmesi varsayılanların kültürel direncinde görülebilecek “belirgin biçimde antimodernist, hatta gotik bir karanlık” arasındaki ilişkiyle karşılaştırdı.

Öğrenmenin Özerkliği veya Küresel Derslik

1960’ların sonlarında, tasarımcılar ve mimarlar bireyi yalnızca dersliğin kısıtlamalarından değil, aynı zamanda eskimiş eğitim sisteminin köhne yapılarından kurtarmak istermişçesine, gittikçe artan bir biçimde, özerklik ve hareket kabiliyetini geliştirmesi beklenen kişiselleştirilmiş öğrenim ortamları modellemeye odaklandılar. Örneğin, Londra Büyükşehir Meclisi’ne (Greater London Concil) okul mimarileri hakkında danışmanlık yapan mimar ve şehir planlamacı Chris Abel, 1969’da “gezici öğrenim istasyonları” için tasarım önerilerinde bulundu. Çevrelerinden büyük ölçüde bağımsız olacak şekilde tasarlanmış bu merkezler, farklı dosyalama sistemleri, gösterge panelleri, çalışma alanları, teknolojik destek ve araçlarla donatılacaklardı. Öğrenen birey isterse kişiye özel tasarlanmış, kontrollü ve programlı bir çevrede odaklanarak kendi başına çalışabilecek, isterse diğer istasyonlarla etkileşim kurarak çeşitli öğrenim grupları oluşturabilecekti. Göründüğünün aksine, Abel ve meslektaşı Chris Dawson’un tasarıları Archigram tarzı teknoloji destekli bağımsızlık alanlarından ziyade “eğitim ve topluluk koşullarının organizasyonundaki değişimden doğacak yeni bir sisteme” dairdi. “Mobil öğrenim merkezleri” gibi “disiplinler-arası radikal nitelikli kaynakların” yalnızca bütünün bir parçasını oluşturduğu “koordine bir ağ” öngördüler.

Şubat 1969’da “üniversite ortamı” üzerine yazdığı bir makalede, Farallones Enstitüsü’nün kurucusu, sistemdışı, asi tasarımcı-eğitimci topluluğu Ant Farm’ın bir dostu ve Kaliforniya valisi Jerry Brown döneminde eyalet mimarı, Berkeley’den ekolojik tasarımcı ve mimar Sim Van der Ryn, Londra’da çizilen planlardan farklı bir bakış açısıyla da olsa, benzer bir koordine ağa dair fikirler geliştirdi. Van der Ryn, ABD’de savaş sonrası modernist kampüs planlaması ve bina inşası çılgınlığını, faaliyet planlamalarını “kullanıcıların pek de katılımda bulunmadığı kapalı bir sistem” olmakla suçlayarak eleştirdi. Çevresel psikolog Robert Sommer’in 1969’da yazdığı, bir klasik hâline gelen Personal Space: The Behavioral Basis of Design’dan yola çıkarak, mimarinin bireyin öğrenme ve sosyal ilişkilerini ne denli şekillendirdiğiyle beraber fiziksel formlar ve idari düzenlemelerin insan faaliyeti motiflerinde belirgin değişikliklere ne ölçüde sebebiyet verdiğini vurguladı. Van der Ryn standardize edilmiş kurumsal mimari tarafından kontrol edilmek yerine, örneğin plastik yapı malzemeleri gibi olanaklarla ortaya çıkan esneklikten faydalanarak insanların çevrelerini değiştirmeleri adına yüreklendirilmeleri gerektiği yönünde bir öneride bulundu. Bu, her şeyi baştan inşa edip, öğrencileri ve fakülte üyelerini “parlak yeni alanlara” taşınmaya zorlayarak davranışlarını olumsuz yönde etkilemektense “insanların bir araya gelmelerine yardımcı olan yeşil alanlar” yaratarak bir “topluluk algısı” yaratılmasına yardımcı olmak yönünde bir öneriydi. Ancak Van der Ryn’e göre eldeki kanıtlar “açık araştırma ve bağımsız öğrenimin, öğrencilerin kendi kapasitelerini kendi koşulları doğrultusunda geliştirmelerinin ve toplum için ölçülebilir maddi menfaat üretiminin birbiriyle uyumsuz faaliyetler” olduğunu gösteriyordu. Bu iki kavramın “aynı psişik ve fiziksel mekânı paylaşmayacaklarını hatta belki paylaşmalarının mümkün dahi olmadığını” belirtti.

Big Sur’daki Esalen Enstitüsü, Palo Alto, Fresno ve Mountain View’daki Özgür Üniversite’nin (Free University) ve Old Westbury’deki SUNY Üniversitesi gibi istisnaları işaret ederken, Van der Ryn “eğitime dair kaynakların mekânsal yoğunluğunun belirli bir sınırdan sonra kendi kendini engelleyen, insanlık yitimine yol açan, müsrif bir hâle geldiğinin” altını çizdi. Dolayısıyla “çoğu öğrencinin artan hareket kabiliyeti ve ayrıca bilgisayar ve televizyon gibi öğrenme araçlarının mekândan bağımsızlığı” dikkate alındığında “mekânsal yayılım” anahtar bir mesele hâline geliyordu. Bu doğrultuda, üniversite eğitiminin geleceği bu araçlar temelinde “bireyin kendi programladığı bir öğretim” sisteminde yatmalı ve “bireysel öğrenmenin meskeni ise ev ya da kişisel bir etüt alanı olmalıdır.” Van der Ryn’in, istemsizce de olsa, ağ tabanlı öğrenimin potansiyel yararları ve teknolojik gelişmenin özgürleştirici etkilerine inancıyla Kaliforniya İdeolojisi’nin erken dönem savunucularından biri olduğu söylenebilir. Onun antropolojisi örgütlenme kuramından ziyade, hem dini normlardan hem de kapitalist ekonominin üretim taleplerinden kurtulmak adına verilen radikal özgürlük mücadelesinden felsefi bir manzaradır. “Hakiki sosyal yenilenme ya da öz-keşfe” ev sahipliği yapacak “geleceğin öğrenim ortamı”, “herkesin kendi içsel potansiyeline, yani yeni ‘ruha’ inancına dayanacak.” Etkileyici bir şekilde, Van der Ryn gelecekteki öğrenim ortamlarının tasarımına dair tartışmalarla “yeni ruhu” geliştirilip ilgilenilmesi gereken kaynak olan öğrenen öznenin, içsel yaşamına dair düşüncelerini etkileyici bir biçimde yan yana getiren bir söylem oluşturmuştur. Ancak mekânsal olarak “yayılmış” bir eğitim coğrafyasında öğrenenin “ruh kutusu”, fiziksel kampüs binasının, gezici çalışma alanlarının ve hatta Kelley’nin eğitim kompleksinin bile dışında ele alınmalıdır.

2015’te UNESCO’nun sponsor olduğu “Öğrenimin Gelecekleri” (The Futures of Learning) adlı siyaset raporunda, “aktif öğrenici”, “bilişötesi gelişim” ve “katılımcı öğrenim” gibi kavramlar sıkça kullanılıyor. Fakat öyle görünüyor ki bunların en önemlisi öğrenimin “kişiselleştirilmesi” ve “isteğe göre uyarlanması”, hatta “öğrenici tarafından tasarlanmış öğrenim”. Adeta Van der Ryn’in 1969’daki makalesinden kopyalanıp yapıştırılmışçasına buradaki tavsiyeler şu şekilde ifade ediliyor: “Kişiselleştirilmiş öğrenim vasıtasıyla bireyler sorunlara kendi yöntemleriyle yaklaşıp, fikirleri kendi hızlarında kavrarlar ve çeşitli geri bildirim biçimlerine farklı şekillerde tepki verirler.” Nöroloji araştırmalarına verilen referansın ucu, eğitimcinin görevinin “Ders” hazırlamaktan ziyade (fena halde eski moda), “proje-bazlı öğrenim metotları tasarlamak” olduğunun söylenileceği bir noktaya kadar uzanıyor. Bu öneri, öğrencilerin kişiselleştirilmiş bir ortamda “temel konularda” daha iyi ilerleme kaydettikleri ve “geniş kapsam yerine konu derinliğine” yoğunlaşmanın yararını gördükleri varsayımına dayanıyor. “Öğretimsel tasarımın”, bu gibi son derece kişiye göre uyarlanmış katılımcı bir pedagojinin merkezi faktörü olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, temel öğretim tasarımcısı, ağ tabanlı portatif cihazlara erişimi olacak şekilde, öğrenenin kendisi olacaktır: “Gelecekte öğrenim süreçleri kaçınılmaz bir şekilde öğrenenlerin kendi öğrenme biçimlerini seçtikleri ve eğitime kişisel teknolojileri dahil ettikleri ortamlarda gerçekleşecektir”, böylece örgün ve örgün olmayan arasındaki fark ortadan kalkmakla kalmayacak, öğrenimin iç ve dış, ruhi ve fiziksel mekânsallıkları arasındaki fark da tasfiye edilecektir. Hem eğitimin hem de dersliğin eski sistem ve mimarilerinden çıkılarak mobil öğrenim kapsüllerine giriş yapılması, her nasıl tanımlanırlarsa tanımlansın, en azından 1960’lardan beri politik bir proje ve tasarımcıların rüyası olmaya devam ediyor. Ancak, Didier Eribon’nun kendi sınıfından kaçışını özerk öğrenim vasıtası ile gerçekleştirmeye dair özeleştirel ifadeleri, Ruth Lakofski’nin evini sırtında taşıyan kadının “keşfeden ruhunu” mekânsallaştırma hâlini takdiri ya da Sim Van der Ryn’in radikal bireycilik temelli eğitim devrimi önerileri göz önünde bulundurulduğunda, “pedagoji 2.0” ve ömür boyu kişiselleştirme (yani metalaştırma) bakış açısı gerçekten heves kırıcı. Bununla beraber, öz hala tasarlanmayı bekliyor. İyileştirilmiş öğrenim deneyimleri için geliştirilmiş kapsamlar devam edecektir ve bunun biri sonu da görünmüyor. Programlı öz-öğreticilik ile neoliberal öznenin kendi ömürlük öğrenim müfredatını pürdikkat düzenleme konusunda sorumlu kılınması vasıtasıyla yapılanan paradoks, öğretim tasarımı tertiplerinin bilgi endüstrisini tetikleyecek. Dolayısıyla, 1971 tarihli etkileyici Deschooling Society adlı eserin yazarı Ivan Illich’in özeleştirel bir bakış açısıyla geçmişe bakarak yaptığı “eğitimi keyfi ve eğlencelik bir lütuf yerine birincil önemde bir ihtiyaç olarak gören eğilimlerin hızla tersine çevrilmesi” gerektiğine dair çağrıyı hatırlamak yerinde olacaktır. Illich eğitime sanki bir uyuşturucuymuş gibi bağımlı hale gelinmesinden, “dünyayı evrensel bir sınıfa, küresel bir okul binasına” dönüştürmesinden şikayetçidir. Bu, elbette ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir durum.