Superhumanity

Hayatta Kalanlara bir Özür

MAP Ofisi

Eğer önümüzdeki birkaç gün içerisinde boğulmaz veya kaçmaya çalışırken öldürülmezsem iki kitap yazmayı umuyorum. Adlarını da Hayatta Kalanlara Özür (Apology for Survivors) ve Malthus’a Övgü (Tribute to Malthus) koyacağım.
—Adolfo Bioy Casares

Antroposen çağda siyaset üzerine konuşan Jodi Dean insanlar için üç farklı rolün/konumun mümkün olduğunu söyler: Tanık olmak, mağdur olmak, hayatta kalan olmak. Bu farklı insan yol haritalarına dair analizi, dünyaya Darwinist bir bakış açısı çerçevesindedir. İnsanları pasif mağdurlar, aktif olarak hayatta kalanlar ve izleyenler olarak bölümlemesi “en güçlü olanın yaşamını sürdürmesi” görüşüyle uyumludur ve hayatta kalmanın bireyci bir performans olarak tanımlandığı bir dünyanın kabulü de belli ki “varoluş mücadelesi”ne bir cevap niteliğindedir. Yaptığı tanım, aynı zamanda, Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar’da (Crowds and Power) söylediğiyle benzerlik gösterir: Canetti için de hayatta kalan kişi – aynı hükmeden gibi – kahraman olarak tek başınadır, yalnızdır. Bu düşünce biçimi bağlamında, Hannah Arendt ve Primo Levi gibi felsefeci ve yazarlar da hayatta kalmaya bir suçluluk hali olarak bakarlar ve onlara göre bu, Holokost’un travmatik deneyimleriyle engellenemez biçimde bağlantılıdır. Modernitenin bu kahraman figürlerine ek olarak, hatta belki bunların da ötesinde hayatta kalma eylemini farklı bir bakışla kolektif bir performans, hayatta kalanı da kolektif bir varlık olarak düşünmeyi öneriyoruz. Bu tür bir anlayış Antroposen’in çerçevesini değiştirerek, mekansal bir mücadeleden zamansal bir faaliyete kaymasına sebep olur. Yani söz konusu olan, yeni koloniler için bir çıkış noktası değil; günümüzün, gelecek adına, şimdi baş edilmesi gereken bir boyutudur.

SÜPERSADE

Issız adada mahsur kalmış insan figürü, özellikle de Daniel Defoe’nun artık sembol olmuş Robinson Crusoe’su, hayatta kalanın koşullarını anlamak için faydalı bir rehberdir. Crusoe’nun adada hayatta kalması ancak kendisiyle birlikte kazara adaya sürüklenmiş malzemeler sayesinde mümkündür. Bunlar da gemi enkazından kurtarılan yapı malzemeleri ve araçlarıdır. Bu bağlamda, bulduğu çeşitli testere, kriko, çekiç, uzun ve kısa çivi, bileme taşı, ekstra ip ve halatlar, branda, kablo ve askı kancaları başına gelen felaketi atlatıp hayatta kalmasına aracı olmuştur. Bir elinde İncil, bir elinde araç gereçleriyle Crusoe içinde bulunduğu durumun sıkıntılarıyla ve bir toplumun olmamasıyla yüzleşip, buna göğüs germiştir. Hatta, tam da bu sıkıntılar – yılların sabırlı emeğiyle birlikte – birçok alanda uzmanlaşmasına sebep olmuştur: Tahta kürekle tarım, marangozluk, toprak işi çanak çömlek, hasır örgü ve öğrendiği daha başka nice zanaat temel ihtiyaçlarını ve fazlasını karşılamasını sağlamıştır.

Aynı Robinson Crusoe gibi, Toskan çiftçi Zeno Fiaschi’nin, 1978’de Venedik Bienali için Superstudio tarafından anlatılan hikayesi de tek bir bireyin özerkliği, ihtiyaçları ve davranışlarına dair sorular içerir. Böylesi bir özerkliği amaç edinen, bunu vurgulayan Project Zeno (Zeno Projesi) “ev” kavramını tek bir bireyin üretebilecekleri ve yaşamının devamı için ihtiyaçlarına göre düzenler ve bunun için gerekli tüm araç gereç ve desteği sunar. Zeno’nun süpersade yaşamı, Defoe’nun Crusoe üzerinden geliştirdiği ekonomiye – yani tüketicinin aynı zamanda tüketilen unsurun doğrudan üreticisi olduğu ekonomiye – paraleldir. Böylesi basit bir çerçeve içinde, hem Zeno hem de Crusoe, birikim yapmaya ve kapitalizmin başka biçimlerine karşı çıkan bir ekonomi oluşturmuşlardır.

Zeno örneği, kapitalizm koşullarında tasarıma bir eleştiri sunma yolu oluşturmuştur. Superstudio, insan ve nesne, hatta bunun da ötesinde, insan ve doğa arasında yeni bir ilişki önermek ve sürdürmek için asli öğelere—tarihsel bilgi, yaratıcılık ve hayatta kalma—döner. Hayatta kalanın ekonomisini tasarıma uygulayarak Zeno ve Crusoe yine de çok önemli risklere maruz kalırlar. Herhangi başka bir kahraman gibi, hayatta kalan da hastalanmayı veya verimsiz/üretimsiz uzunca bir süre geçirmeyi göze alamaz; çünkü bu hayatını riske etmek anlamına gelir. Hayatta kalmanın temel şartı tamamen kendi kendine yetecek üretimi yapabilmekse, bunun sürekliliğini sağlarken karşılaşılan risk aynı miktarda – hatta daha fazla – enerji gerektiriyor.

SÜPERTOPLUM

Bayırlarda dans eden insanlar, hırçın yapraklar, toprak kokan kökler, sert lifli soğanlar – tüm bunlar beni müzeye girmeye ve biraz ekmek, hatta hakiki yemek aramaya ikna etmeye yetti.
—Adolfo Bioy Casares

Risk sorunsalı birçok ekonomik teorinin merkezinde yatar. Riski ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre, onu azaltmanın en iyi yolu dağıtmaktır. Bu dağılım her zaman dengeli olmasa dahi, bu basit düşünce herhangi bir topluluğun veya toplumun kökenindedir. Crusoe için bu süreç Cuma’nın kurtarılmasıyla başlar. Cuma, firar etmiş yerli bir mahkumdur ve Crusoe gibi hayatta kalan durumundadır. Hem Crusoe’nin “toplumu” hem de yoldaşı haline gelir. Dahası, bu hikayenin daha az bilinen ikinci cildinde – yani Crusoe’nun evinin konforuna ulaşmak için adadan ayrıldıktan sonra adaya geri döndüğü bölümde – gittikçe artacak olan bir arzunun başlangıç noktasıdır. Bu ziyaretinde Crusoe, İspanyollardan, İngilizlerden ve başka yerlilerden müteşekkil, başta birbirleriyle savaşmış ancak eninde sonunda yerleşip refaha ermiş yeni bir toplumun oluşmuş olduğunu keşfeder.

Buradaki “toplum” veya “topluluk” kavramı, evrim teorisinde ve hayatta kalan birey figüründe ortaya konan rekabet mantığına bir alternatif sunar. İlk olarak Rus anarşist Peter Kropotkin tarafından önerilen işbirliği ve ortak çalışma yoluyla hayatta kalma, Darwin’in teorisinden radikal biçimde farklıdır. Kropotkin dayanışma ve işbirliğini bir toplum inşası biçimi olarak ileri sürer. Rus Coğrafi Topluluğu (Russian Geographical Society) için yaptığı erken dönem çalışmalarında kuşların, gıda arayışlarında, kıtalar arasında ve okyanuslar aşarak kolektif olarak göç etme kabiliyetlerini incelemiştir. Gözlemlerine göre, tipik bir yırtıcı hayvan veya floraya tezat oluşturan avifauna (yani kuş nüfusu) kolektif varlıklarını sürdürmek adına işbirliği yapar. Bu gözlemlerinden öğrenerek Kropotkin, hayatta kalmayı komünal bir varoluş biçimi – yani hem üretimin hem tüketimin risklerinin paylaşıldığı bir hal olarak önermiştir.
Bu önerisi, yeni tarım kooperatifleri biçimleri gerektiğini savunan Sovyet tarım ekonomisti Alexander V. Chayanov tarafından daha da geliştirilmiştir. Onun kolektif kırsal ekonomi önermesi, Crusoe’nun ekonomik modelinin belli özelliklerini kullanır – üreticilerin kendi üretimlerin doğrudan tüketicisi olmaları gibi – ancak hem hanenin hem de kolektifin boyutunu büyüterek riski azaltır. O dönemde köylülerin var olan toplumsal organizasyonuna çok uzak olduğu düşünülen Chayanovism, Lenin’in sosyal modeli karşısında başarısızlığa uğramıştır. Yine de, Sovyet ekonomik modelleri perspektifinden bakarak Chayanov, üretim ve tüketim arasında denge prensibini ve kırsal topluluklarda kullanım değerinin baskın rolünü vurgulamıştır. Ayrıca, hayatta kalmak adına toplulukların üretken bireylerden istifade ederek üretken olmayan bireyleri içerme ihtiyaçlarının nasıl toplumsal hiyerarşi yoluyla bir çeşit kapitalizme gidebileceğini göstermiştir. Chayanovist model, Sovyet ekonomik modelini (tarım ve kapitalizm arasındaki etkileşimin altını çizmesi hariç) hiçbir zaman şekillendirmemiş olsa da, hayatta kalma ve üretime dair bireyci modellerin dışına çıkmak için topluluğun rolünü savunmasıyla etkisi sürmektedir.

Bu kolektif varoluş biçiminde Kropotkin, göç ve yerinden yurdundan edilme süreçlerini, uyum sağlayabilmesi ve değişiklerle baş edebilmesi açısından hayatta kalanın temel özellikleri olarak tanımlar. Tıpkı bir gezgin gibi, hayatta kalan da devam ettikçe toprağı, araziyi baştan keşfeder, baştan çizer. Burada hayatta kalan figürüyle mülteci figürü arasında bir paralelliğe işaret etmek istiyoruz. Mülteci, göç ederek çatışma veya iklim değişikliğinin sonuçlarından kurtulması açısından hayatta kalmanın doruk noktası, en iyi örneği olarak görülebilir. Dolayısıyla, hem göçmen hem de mülteci figürlerini betimlemede sıklıkla kullanılan negatif mağduriyet çağrışımları yalnızca yanıltıcı değil, aynı zamanda Kropotkin tarafından önerilen temel hayatta kalma mantığına aykırıdır.

SÜPER-ÖZ

… kişi yalnız olduğunda ölü olmak imkansızdır.
—Adolfo Bioy Casares

Robinson Crusoe’nun ilk ve en önemli ilham kaynaklarından biri olarak bilinen Ibn-i Tufeyl’in Ḥayy ibn Yaqẓān adlı eseri – aynı zamanda ilk Arapça roman – kitaba ismini veren otodidaktik (öz-öğrenimli) çocuğun hikayesini anlatır. Hint Okyanusu’nun ortasında ıssız bir adada bir Ceylan tarafından yetiştirilen genç Hayy, annesinin (Ceylan’ın) ani ölümüyle deneyleme ve empirizm yoluyla öz-öğrenme sürecine itilmiştir. Medeniyetle ilk karşılaşması hayatının daha ileri noktasında, adaya düşen Absal adlı bir kişinin onu din ve materyalist kültürle tanıştırması sayesinde olur. İkisini de ruhani yaşam ve hakikat arayışında dikkatini dağıtacak unsurlar olarak reddetmesiyle, ıssızlık ve izolasyon, temel insani değerleri geliştirmenin yolu olarak gösterilir. Ḥayy isteyerek kendini toplumdan dışlayan biri haline gelir ve erdem olarak öz farkındalık, eleştirel bilinç, entelektüel özerklik ve fedakarlığı yüceltir.

Dayanıklılık, izole yaşamın zorluklarıyla baş etmek için istenen bir özellik olarak ortaya çıkıyor. Eklenen bu erdem, hem Darwin ve Kropotkin tarafından önerilen tez/anti-tez ikiliğinden bir çıkış imkanı sağlıyor, hem de ilk olarak yazar ve etnograf Gerald Vizenor tarafından ortaya atılan survivance (hayatta dayanma gibi) (survival-hayatta kalma + endurance-dayanıklılık şeklinde) kavramında görülmesi mümkün. Amerikan yerlileri üzerine yaptığı çalışmalarda, Vizenor hayatta dayanmayı (survivance) hakimiyetin, trajedinin ve mağduriyetin reddi olarak tanımlar. Dayanıklılık hayatta kalma sorunsalını mekansal bir mücadeleden (örn. bir şahıs, grup veya devletin toprak üzerinde egemenliği) zamansal bir faaliyete ve aynı toprağı birçok topluluğun paylaşabilmesi ihtimaline kaydırır. Süre zarfı – yani zamanı kaydetmek – davranış temelli; atmosferin şartlarına dayalı üretime, hareketliliğe, yıldızlara yeniden bağlanmış bir ortamı, çevreyi yeniden tasarlamak için gerekli simbiyotik ritim haline gelir .

Survivance kavramı, “artakalış” olarak, Fransız filozof Jacques Derrida tarafından da geliştirilir. O bu kavramı yaşam ve ölüm arasında bir varoluş, hayalet-vari bir yaşayan ölü olmak şeklinde tartışır. Hem Derrida hem Vizenor için bu artakalış (hayatta kalma/hayatta dayanma) halinde arşiv üretimi, hafıza üretimi belirgindir. Bunu aynı zamanda Crusoe’nun seyir defterinde, Zeno’nun da araç-gereç envanterinde görürüz. Sistematik bir şekilde envanter tutma ve bilgi biriktirme, hayatta kalanların yalnızca kendilerini içinde buldukları mekana – ki bu çoğunlukla hasmane bir ortamdır – değil, aynı zamanda zamanın kendisine de dayanmalarını sağlar. Bunu bilginin süreklileştirilmesi ve aktarılmasıyla, kendi varoluşuna dair genel bir farkındalıkla yapar. Arşivler, yapmakla tamir etmeyi, yeniden kullanmakla geri dönüştürmeyi iç içe geçirerek kişiler, toplumlar ve çevre arasında yeni bir ilişki biçimi önerirler. Zaten yolda olan milyonlarca kazazede, reddedilmiş, kenara atılmış insan/mülteci ve bunlara ileride eklenecek olanlar hem orjinal yaşam yerlerinden, çevrelerinden edilmiş, hem de gelecekte edineceklerine hala uzak durumda. Bu bölünmüş halde, kolektif üretim faaliyeti yapamıyorlar; ancak spesifik kişisel dayanıklılık ve kültürlerini koruma biçimleri geliştirmek zorunda kalıyorlar. Normatif kent kültürlerinin dışında kalan ve bu nedenle keşfedilmesi, araştırılması gereken alternatif kendi kendini yönetme (öz-yönetim) süreçleri ortaya koyuyorlar.

Öz-örgütlenmeli, öz-düzenlemeli süreç ve ağlara dair tartışma, Hayy’ın öz farkındalık arayışının mantıksal uzantısıdır. Süper-öz çağında, bizi barındıran çevreye yönelik bilinçli bir tutum, aynı zamanda bu bilinci “öteki”ne aktarabilmeyi de içerir. Bu bilinç de üretim ve tüketim olarak şekillenir ve bu şekilde olduğu yere uyum sağlar. Burada parçalanmış ve çeşitli mekanlara dağılmış kolektif birey olarak tanımlanan süper-öz, bilgiyi Kapitalosen’in ve birikime dayalı üretim biçiminin ötesine yayma, genişletme ihtimali taşır. Antroposen’de hayatta kalan bu süper-öz, araç ve teknolojilerin, dışlayıcı cemaatlerin, ben-merkezli kahramanların ötesinde var olmaktadır. Sade, komünal özün – yani hala daha iyi bir gelecek için planlar düşleyip yaratma kapasitesi olan nefsin – alanlarına nüfuz ederek dağılmıştır.