Superhumanity

Daha Küçük Dünyalar

Felicity D. Scott

Alman asıllı Amerikalı uzay mühendisi ve bilimkurgu yazarı Jesco von Puttkamer Mayıs 1975’te Princeton Üniversitesi’nde düzenlenen Uzayda Üretim Tesisleri (Uzay Kolonileri) Konferansı’nda yaptığı konuşmada NASA’nın insanlı uzay uçuşlarına dair uzun vadeli planlarından bahsederken “uzayda kolonileşme, uzayda sanayileşme ve insanlı gezegen keşifleri gibi uzak geleceğe ait girişimlerin” açıklamasını yapmak için sözlerini evirip çeviriyordu (1). Konferansın esas amacı, Princeton Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Gerard K. O’Neill’ın “dünya benzeri” uzay kolonileriyle ilgili daha çok bir sanrıyı andıran hayallerinin teknik ve ekonomik açılardan uygulanabilirliğini sergilemek ve aynı zamanda bu uğraşının profilini yükseltip finansal destek mekanizmalarını güçlendirmekti. Bu düşünceyle, tartışmaların Güneş, Dünya ve Ay arasında sabit bir çekim kuvveti dengesi bulunan “Lagrange noktalarından L5 yakınlarında kalıcı endüstriyel yerleşimlerin inşa yöntemleri, verimliliği ve dünyaya getirisi”ne odaklanıyordu (2). İlk koloninin L5’te kurulması öngörülüyor, daha doğrusu hayal ediliyordu; koloni Dünya etrafındaki dönüşü boyunca Ay ile aynı hizada duracaktı ancak bu konumu sonsuza dek korumak için yakıt harcamasına gerek olmayacaktı. Bundan hareketle, O’Neill’ın öz imkânlarla büyüme anlatısına uygun bir şekilde giderek daha devasa koloniler ve endüstriyel tesisler inşa edilecekti (3). Her zaman iyimser ve yatırımların hızlıca getiri sağlamasının öneminin farkında olan O’Neill, “uzayda yaşayan ilk topluluğun ortaya çıkışı için teknik açıdan en yakın tarihin 1988 ile 2000 yılları arasında bir zaman” olacağını tahmin ediyordu (4).

Bu hedefe ulaşmak için muazzam parasal kaynaklardan fazlasına ihtiyaç vardı. Ayrıca, tamamen yeni dünyaların – von Puttkamer’in bu yapıları ulaşım araçları veya Ay yüzeyindeki madencilik yerleşimlerinden ayrıştırmak için kullandığı ifadeyle “insan yapımı dünyalar”- yaratılması, bilimsel ve teknik bilginin bu denli eşi benzeri görülmemiş yapay bir alanın tasarımına dönük olarak ilerletilmesinin yanında bunların içinde -veya üzerinde- çalışmaya gönderilecek insan ve insan toplulukları hakkındaki bilgi birikiminin de genişletilmesini gerektiriyordu. Yani uzay kolonileri, böylesi karmaşık bir biyopolitik aygıta uygun, tümleşik bir çevresel tasarım stratejisini zorunlu kılıyordu – fiziksel, bilişimsel, politik, fizyolojik ve öznel ya da psikolojik alanların hepsinde birden işleyen bir tasarım stratejisi. Ancak insanla fiziksel çevrenin eşzamanlı tasarımı, sadece uzay kolonilerine özgü değildi, 1975 yılına gelene dek Dünya’nın kendisi çoktan “insan yapımı bir dünya” halini almıştı, von Puttkamer gibi bir mühendisin de bunun farkında olmaması pek mümkün değildi. Yine de NASA’nın mevcut ve gelecek uzay teknolojilerinin sırf insanlı uzay uçuşlarına yönlendirilmesindense uzay kolonilerinin ve buralardaki yerleşimcilerin tasarlanması için nasıl araçsallaştırılabileceği üzerine düşünmeye çağrıldığında, von Puttkamer bir dizi pragmatik diyagram, akış grafiği, tablo ve benzerlerinin yanında adeta bir belirti niteliği taşıyan, fevkalade müphem bir post-Vitruviusçu insan imgesi sunmuştu (5).

Leonardo da Vinci’nin 15. yüzyıla ait meşhur tablosunu kendine mal eden von Puttkamer’in “Dünya Yörüngesi Uzay Topluluğunun Evrimi” adlı diyagramı, geriye dönüp bakıldığında Batının geleneksel mimarlık ve tasarım kavrayışlarına bilgi sağlayan antroposantrik (insan merkezli), antropometrik (insan ölçülerinde) ve antropocoğrafi (insan coğrafyasında) mantığındaki arızalarla sarılıdır. Uzay kolonilerine dair görülerinden yola çıkan von Puttkamer’in yarattığı imge, aynı zamanda estetikle araçsallık arasında var olup tasarım uygulamalarını bu denli kışkırtıcı ve sorunlu kılan yapıcı gerilimi alegorileştirir. Tasarım uygulamalarının halihazırda ve daima insanın tasarlanması olduğuna dair bu denli aşırı ve yalın bir anlayış güderken esas umduğum şey, uzay kolonileri ve onları ortaya çıkaran kültürel imgeselliklerin tasarım sürecinde ortaya sürülen ontolojik ve epistemolojik bahisler üzerine düşünmek için verimli birer araç olmasıdır.

***

Von Puttkamer 1962 yılında NASA’nın Huntsville, Alabama’daki Marshall Uzay Uçuş Merkezi’nde bulunan hava balistiği bölümüne katıldı. Von Puttkamer’i buraya davet eden Wernher von Braun da Alman asıllı Amerikalı bir roket bilimci, uzay mimarı ve bilimkurgu yazarıydı, von Braun aynı zamanda Nazi Almanyası’nda V-2 roketinin tasarımında rol almıştı. Von Braun’un Huntsville’deki ekibi 1969 yılında Apollo Aya İniş görevinde kullanılan Saturn V roketini geliştirdi – ABD tarihindeki bu mutlu an Soğuk Savaş dönemi uzay yarışının zirve noktasında ulusal gururu ateşlemişti. Von Puttkamer ise önce talihsiz Skylab uzay istasyonu üzerinde, von Braun’un ayrılmasının ardından da güneş teleskobu üzerinde çalıştı. 1973 yılında yörüngeye gönderilen Skylab, finansman önceliklerinin değişmesiyle 1974’te terk edilmiş, 1979 yılında da istasyonun enkazı Batı Avustralya semalarına dağılmıştı. Princeton konferansından bir yıl önce, 1974’te von Puttkamer NASA’nın Washington DC’deki genel merkezine tayin oldu ve ajans araştırma ağırlıklı bir dönemin ardından “uzay mekiği temelli ve uygulama odaklı yeni bir uzay operasyonları dönemine” (6) geçmekteyken uzun vadeli planlama sorumlusu oldu. NASA’nın uzay mekikleri, ticari uygulamaların baskısı altındaydı ve ABD’nin teknik üstünlüğünün örnekleri olmaktan çok uluslararası uzay taşımacılığı sisteminin (STS) birer unsuru haline getiriliyordu.

Von Puttkamer NASA’nın o dönemki amaçlarını “insana uzay ortamında etkin bir şekilde çalışabilme kabiliyeti sağlamaya devam etmek” şeklinde ifade ediyordu. İnsan fizyolojisi ve psikolojisi hakkındaki bilgi birikimini genişletmek, bu tekno-bilimsel girişimde merkezi öneme sahipti – tıpkı dış uzayda “iyi yaşam”ın nasıl olabileceğini hayal etmek gibi. Von Puttkamer’in bahsettiği kabiliyet bu sebeple insanların sırf aşırı çevresel koşullar içerisinde fiziksel ve psikolojik sağlıklarını korumalarını sağlamaya yönelik değil, aynı zamanda uzaydaki bir koloni aygıtının içinde bulunan üretken özneler olarak “etkin bir şekilde çalışmalarına” da yönelikti. Bu kadar özgün ve daha önce sınanmamış -ama hala belirgin bir şekilde biyopolitik ve bu açıdan fazlasıyla dünyaya benzeyen- bir çevrede insanın arzu edilen işlerliğini güvence altına almak için sadece insanın bilimsel yollarla araştırılıp ölçülmesinin ötesinde aynı zamanda yeniden tasarlanması da gerekiyordu. Von Puttkamer tarafından “insanın uzaya giderek daha fazla nüfuz etmesi” olarak adlandırılan şey, uzay araştırmalarının bu uluslararası evresine ait ortak tutku oldu. Ancak insanın yaşamının dünya dışı biçimleri için yapay çevrelerin ortaklaşa tasarımı, bölgesel hırslar ve ekonomik akılla tekno-bilimsel bilginin gittikçe daha karmaşık bir şekilde birbiriyle eklemlenmesini içeriyordu. Dahası, bilim ve mühendislik alanlarındaki uzmanlığın uzay kolonilerine uygulanması dolaylı olarak insanbilimsel coğrafyanın -doğru ve doğal yerinde bulunduğu düşünülen insan- ideallerini sorgulanır hale getiriyordu.

Von Puttkamer dış uzayda insan kolonilerinin bir anda gerçeğe dönüşmesi ihtimaline konferansın diğer katılımcılarına göre açıkça daha kuşkucu bir şekilde yaklaşıyordu ve tamamen tasarım eseri dünyaların gerçek olacağı zamanı durmadan 2000 yılının sonrasına atıyordu. Ama konferansın gelecekte NASA’ya tahsis edilecek kaynaklar üzerinde etkisi olacaktı, bu yüzden “uzay iskânı”nın muhtemel safhalara bölünmesine dönük, üst üste binen dört tane evrimsel senaryo önerdi; ortaya çıkan sonuç bir uzay kolonisi olsun veya olmasın, elde edilecek bilginin önemli olacağını iddia ediyordu. Anlatısı bir uzay istasyonu veya yörüngesel fırlatma tesisi aracılığıyla “yere yakın uzayın kalıcı olarak iskânı” ile başlıyordu, ardından yer eşzamanlı insanlı bir uzay istasyonu veya ayın yörüngesindeki bir istasyon biçiminde “Dünya-Ay arası uzayın kalıcı iskânı” geliyordu, bundan sonra gelen “Dünya-Ay arası uzayda insanın kendi kendine tam yeterliliği” içerisine L5 insan topluluğunun yanı sıra Ay üzerinde kolonileri ve Krafft Arnold Ehricke’nin “astropolis” hayalini andıran uzay şehirlerini de koyuyordu; “güneş merkezli uzayın iskânı”, örneğin asteroid kolonileri veya radyasyondan korunaklı Mars yerleşimleriyle de bitiriyordu. Von Puttkamer, sanatçıların bilindik bir pop-realist bilimkurgu estetiğiyle uzay araçlarını, istasyonları ve diğer yerleşimleri tasvir eden -kontrol odaları ve jeodezik kubbelerle dolu- yorumlarına ek olarak anlatısını kapsamlı diyagramlar, çizelgeler ve tablolarla tamamlamıştı, bunlar bilimsel ve pragmatik bir tonla sunduğu dört senaryonun her birine uygun olan çevrelerin “teknolojik ön koşullarla bağdaştığını” aktarıyordu ve “bu önkoşulların yokluğunda bu ütopyalar sonsuza dek boş hayaller olarak kalır”dı (7). Bu ön koşulları altı kategori altında toparladı (ulaşım, yerleşme, mühendislik teknolojileri, yaşam bilimleri, işlem teknolojileri ve ileri yönetim kavramları), her birinin bileşenlerini çözümledi ve daha büyük sistem içinde bunların arasındaki birden fazla bağlantı ve boğumu ayrıntılandırdı. Ancak yukarda da ima edildiği gibi, o sıralarda çoktan mutat hale gelmiş sanatsal yorumlamalar, bilimsel diyagramlar ve veri tablolarının hiçbiri Leonardo’nun Vitruvius Adamı’nı ele alışı kadar etkili olmamıştı. Puttkamer bu çizimi dört muhtemel evrim yörüngesinin en alt kategorisini teşkil eden yere yakın uzayın görsel tarifinin tam ortasına yerleştirmişti. Metnin hiçbir yerinde bu hareketin bahsi geçmediği gibi herhangi bir açıklaması da yoktur.

Leonardo’nun antropometrik çizimi iki erkek figürünü üst üste bindirir, her biri geometrik oranlı bir ölçü olarak biçimlendirilmiştir: biri bacakları diklemesine ve kolları yatay şekilde resmedilmiş, oranları da düzgünce bir kare içerisine yazılmıştır; diğerinin bacakları yayılmış, kolları daha yüksek bir açıyla kaldırılmış ve diğerine benzer bir şekilde, ilk figürün üstüne binen -ancak bu sefer kare içine alınmamış- bir dairenin içine çizilmiştir. Bu çizim genellikle insanın, yukarıdaki sıralamayla dünyevi ve kozmik (ya da seküler ve ilahi) alemlerin hem merkezi hem de orantılı bir ölçüsü olarak ikili konumunun ayrıcalıklı kılınması şeklinde okunur. Bu bizi insanlarla çevreleri arasındaki karşılıklı mütekabiliyetin kavramsallaştırılması sorununa geri götürüyor – bu örnekte hem mikrokozmik hem de çıplak gözle görülebilen ölçeklerde. Zira Leonardo, insana “daha küçük bir dünya” diye atıfta bulunurken, bedeni hem kendi iç işleyişi hem de Dünya ve evrenle ilişkili olarak okumuştu. Von Puttkamer kendi yorumunda kare/dünyevi ölçüyü bertaraf etmiş ve diğer kolları bacakları açık kozmik figürü yerinden çıkararak güncel tekno-bilimsel gündemlerin içinde yeni bir bağlama oturtup dolaylı olarak Leonardo’nun metafizik ideallerini parçalamıştır.

Von Puttkamer’in denklemdeki dünyevi tarafı silmiş olması belki de şaşırtıcı değildir, ne de olsa yerküre veya Dünya’dan gerçekten de ayrılmış olan uzay kolonileri tanımları itibarıyla dünya-dışıdır. Ama “bir zamanlar kozmik” olan diye tanımlayabileceğimiz adamın birleşme değeri bu hareketle birlikte belki de çok daha şiddetli bir şekilde kaymıştır. Figür, dairenin alt çeyreklerini kaplayan iki platformun üstünde dursun diye sanki beceriksizce aşılanmıştır – solda bir insanın “işlemsel kabiliyeti”nin evrimine yol açan “insanın uzaydaki yararlılığı”, sağ taraftaysa “geleceğin insanlı tesisleri”nin gelişimine yol açan “insanlı sistemler evrimi”. Diyagramın üst kısmına baktığımızda figürün ellerinin dairenin dışına doğru çekildiğini görürüz, ancak bu bir ölçü aracı şeklinde değil figürün ellerini iki yörüngeye daha bağlamak içindir – “STS [uzay taşımacılığı sistemi] gelişimi ve muhtemel evrimi” ve “insan yönetiminde serbest uçan yüklerin gelişimi”. Figürün bilimsel ve teknik uzantıları onu 2000 yılının ötesine doğru çekiştirdikçe bu dört yörüngeden her birine eşlik eden baloncuk diyagramların bileşenleri de gittikçe daha belirsiz veya ikircikli bir hal alır. Resmin geneli von Puttkamer’in üzerinde çalıştığı uluslararası uzay tesisinin ötesindeki gelecek senaryolarını hayal etmekte bile tereddütlüdür.

Von Puttkamer’in diyagramında Vitruviusçu insan artık ne bedensel bir benzeşim, ne de yeryüzü ile gökler arasında gidip gelebilen bir orantısal ölçü olma işlevine sahiptir. Yine de Leonardo’nun sanatsal figürünün kalıntıları, mühendisin dış uzayda insan yapımı bir dünya fikrine musallat olmaya devam etti. Kozmik ucu temsil eden kadim figür Leonardo’nun diyagramında nasıl muğlak bir şekilde asılı duruyorduysa, aslında bu yeni bağlamında da aynı muğlaklıkta duruyordu, artık uzay operasyonlarının tartışmalı alanında olsa bile. Bunu ya hümanizmin hayaletinin bu yeni epistemoloji ve onun yaratmak için çabaladığı aygıt tarafından sınırlarını zorlarcasına çekiştirilmesi (çarmıha gerilmesi?) olarak ya da bunun aksine genişletilmiş bir bilim ve teknoloji sistemi içerisindeki yeni bir tür merkez veya ayrıcalıklı bir boğum, muhtemel gelecekleri insanın daha da ilerdeki uzantıları olarak dağıtıp her nasılsa bir arada tutabilecek bir nokta olarak okuyabiliriz. İkinci okuma O’Neill gibi insanlar gelecek dünyaları yaratarak tanrının gücünü ikame etmek istedikleri için mühendislik kibrine dair bir endişe yaratıyor. İlk okuma ise beni daha büyük resmin içinde insanların daha az tanrısal olan haline geri döndürüyor.

Uzay araştırmalarında insan kilit bileşen olmaya devam etti, kapsamlı ölçüm ve hesaplamaların sahası, fizyolojik, biyokimyasal, mekanik, psikolojik ve sosyal sistemler hakkında veri toplanacak mecranın ta kendisi. Elbette peşinde olunan şey ideal ölçüler veya oranlar değil, normatif standartlar ve dereceler ile bunlardan sapma sıklıklarıydı; yeni bir grup görsel tarifin içerisine istatistik olarak aktarılabilecek verilerdi. Bunlar en başta (von Puttkamer’in çizimlerinde eksik olan) ergonomik figürleri içerir ve bu figürlerin ebatları da uzay araçlarının içine gerçekten de yazılmıştı (8). Bu gibi uygulamalı bir araştırmanın von Puttkamer’in çalışmalarının odağı olan uzay transit sisteminden, O’Neill ve takipçilerinin -yeni lebensraum arayışıyla birlikte- kurduğu uzayın kolonileştirilmesi hayallerindeki yayılmacı gündeme çevrilmesi, dolaylı olarak insanın buna benzer her türlü araçsallığını yeniden şekillendirip merkezdeki figürün kim olabileceği sorusunu gündeme getiriyordu. Von Puttkamer “yaşam bilimleri” kategorisi altında kritik öneme sahip araştırma konuları olarak çevresel kontrol ve yaşam destek sistemlerini, radyasyona karşı korumayı, fizyolojik uyumu, uzay giysilerini, “eğitim/simülasyon/endoktrinasyon gereksinmelerini”, uzun süreli uçuşların fizyolojik etkenlerini ve genişletilmiş görevlerin sosyolojik etkenlerini sıralamıştı. Endoktrinasyon da dahil olmak üzere tüm bu önlemler elbette “insana uzay ortamında etkin bir şekilde çalışabilme kabiliyeti sağlamaya devam etmek” için gerekliydi; bu önlemler, bu sistemin üretici kabiliyetlerini en verimli hale getirmek için elzem biyopolitik unsurlardı.

***

Georges Canguilhem “Canlı ve Ortamı” (“Le vivant et son milieu”) adlı makalesinde insanoğlu ve çevresi arasındaki karşılıklı mütekabiliyetin farklı bir okumasını sunarak, belirleyici bir etkenin “insanın ortamı aracılığıyla kendi üzerindeki sınırsız edimini onayladığı” yönündeki politik açıdan kararsız iddiaları çetrefilleştirmiş ya da bunlara karşı çıkmıştır (9). Canguilhem, modern bilim içerisinde organizmalarla çevreleri arasındaki ilişkilere dair düzeneksel ve biyolojik kavrayışların iç içe geçmiş arkeolojilerinin izlerini sürerken, ısrarcı bir belirlenemezlik ve çokluğun, dolayısıyla çeşitlendirme, müzakere ve değişime dönük yapısal düzeneklerin de bu gibi ilişkilere içkin olduğunda ısrarcıdır. Canguilhem insan ortamının doğal olmadığının ve yapay bir şekilde inşa edilmiş olduğunun altını çiziyordu: “Yaşayan canlının temel vasıflarından biri kendi ortamını yaratmasıdır: kendisi için bir ortam inşa eder,” dedikten sonra “organizmanın bağlı olduğu ortamın organizmanın kendisi tarafından yapılandırılıp düzenlendiğini” ekler (10). Canguilhem’e göre “tarihte var olduğu kadarıyla insan coğrafi düzenlenişin yaratıcısı olmuştur, insan coğrafi bir etkendir”; bu iddiasıyla genellikle çevrenin insan üzerindeki etkilerine bahşedilen önceliği tersine çevirmiştir ve bunu yaparken hayal ettiği şey, dış uzayda yeni ve tamamen insan yapımı gezegenler değildir. Dahası, Canguilhem bize canlı bir varlığın -merkez, mecra veya ortam olarak- “çevresi içinde çözünmediğini” hatırlatır: “Yaşayan bir şey, kendini etkilerin bir kesişimine indirgemez.” Canlı varlıklar çevresel aygıtlarca yazılmış bir senaryoya göre hareket etmez, insan bedeni gibi karmaşık ve oldukça bilimsel olanlar bile, hümanizmin -insanın daha küçük bir dünya olarak belirdiği- geometrik oranlar sistemlerine asla doğru düzgün bir şekilde uymaz.

Canguilhem’in çevrenin kavranışını doğal durumundan çıkarmak istemesinde ve insanın çevreye indirgenemezliğinin üstünde durmasındaki amacı, insanın önceliği ve merkeziliğine dair hümanist varsayımları ya da öznelik ve öznellik kavramlarına destek olmak değildi; aksine, dünyayı verili veya mutlak, karar ve değişim (politik olanlar da dâhil) potansiyelinden yoksun olarak okuyan metafizik temellerle bilimsel körlüğü yıkmaya çalışıyordu. “İnsanın artık dünyanın merkezi olmaktan çıkmasına” yol açan bilimsel devrimin evreni parçalaması karşısında “varoluşsal güvenlikle bilimsel bilginin talepleri” arasında politik seçimler yapılması gerekliliği hatırlatması, bunu daha da açık bir hale getirir. Canguilhem’e göre bu olayın ardından “iki farklı ortam kuramı, yani son tahlilde iki farklı mekân kuramı arasında bir seçim yapmak zorunlu hale gelmiştir: ortamın bir merkez olduğu, ortalanmış bir mekân ve ortamın bir ara alan olarak tanımlandığı, merkezden uzaklaştırılmış bir mekân (11).

Von Puttkamer’in diyagramı Kopernik, Kepler ve Galileo’nun Dünya’yı ve beraberinde insanı evrenin merkezindeki konumundan edişinden daha radikal bir merkezden kaydırma önermektedir. Kanımca, dış uzayın tekno-bilimsel potansiyellerinden oluşan belirsiz bir alana naklettiği Vitruvius Adamı, biri ortalanmış, diğeri merkezden uzaklaştırılmış iki paradigma arasında asılı müphem bir şekilde süzülmektedir ve artık çizgisel geometri ya da Batılı mekân metafiziğine bağlı değildir. Doğrusu insanın biyopolitik veriye çevrilmesi karşısında, Kopernik Devrimi’nin hümanist özneyi kendi evreninin merkezi olmaktan çıkarma biçiminin mütevazı gözükmeye başlamış olması mümkündür. Canguilhem’in bu merkezden uzaklaştırma eylemine içkin belirsizlik ve çokluğa dair okuması gibi, bir konum alma ve karar verme siyaseti de tam bu noktada kritik bir hal alır. Bir özneyle onun ortamı arasındaki karşılıklı mütekabiliyete eşlik eden yapısal belirsizlikle karşı karşıya kalındığında, insan süregiden müzakerenin ve seçimin önemini hatırlar. Bu, şu demek: Bahis konusu ister uzay kolonisi gibi açıkça yapay olan bir çevre olsun, ister bunun Dünya üzerindeki bir çevrede özne oluşumunun biyopolitik bir aygıtı olarak benzer bir şekilde işleyen alegorik ikizi olsun, daha ilerici öznel ve politik yeniden birleşme alanlarının olma ihtimali, var olmaya devam eder, tıpkı tasarım politikaları için bir alanın kalması gibi.

(1) Jesco von Puttkamer, “Developing Space Occupancy: Perspectives on NASA Future Space Program Planning,” Space Manufacturing Facilities (Space Colonies) içinde, Proceedings of the Princeton/AIAA/NASA Conference, May 7-9, 1975, derleyen Jerry Grey (New York: American Institute of Aeronautics and Astronautics, Inc., 1977): 209.
(2) “Abstract,” Space Manufacturing Facilities içinde, s. V.
(3) O’Neill’ın bu yörüngeyle ilgili olarak açıkladığı gibi “L5 Lagrange noktası, 60° Ay’ın arkasında, Ay’ın Dünya etrafındaki yörüngesinde… L5’te bulunan bir nesne sonsuza dek orada kalır.” Gerard K. O’Neill, “The Colonization of Space,” Space Manufacturing Facilities içinde, A-5.
(4) Gerard K. O’Neill, “The Space Manufacturing Facility Concept,” Space Manufacturing Facilities içinde, s. 8.
(5) von Puttkamer’in sunumunun yanında aslında iki tane birbirine benzer çizim vardır. Ben Leonardo’nun çiziminin basitçe üzerinden geçmek yerine mekanik olarak yeniden basılmış olan ikincisine odaklanacağım.
(6) von Puttkamer, “Developing Space Occupancy,” s. 209.
(7) von Puttkamer, “Developing Space Occupancy,” s. 217.
(8) Ergonomi hakkında bkz. John Harwood, “Skylab, or the Outpost,” AA Files 61 (2010): 93-99; Harwood, “The Interface: Ergonomics and the Aesthetics of Survival,” Governing by Design: Architecture, Economy, and Politics in the Twentieth Century içinde, derleyen Aggregate Architectural Collective (Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2012): 70-92.
(9) Georges Canguilhem, “The Living and Its Milieu,” çeviren John Savage, Grey Room 03 (Spring 2001): 23.
(10) Canguilhem, “The Living and Its Milieu,” s. 19 ve s. 26
(11) Canguilhem, “The Living and Its Milieu,” s. 24-25.