Superhumanity

Onlar İnsan mı?

Eyal Weizman

“Doğa durumunun” kavramsal çerçevesinin ahlaki, kanuni ve siyasi felsefeyi yeniden şekillendirdiği 17. ve 18. yüzyıl boyunca, arktik buzullardan karbon izleri çıkarmak için, Avrupa ormanları zamanın yeni teknolojileriyle tarihte hiç görülmediği bir hızla yok ediliyordu. Geniş orman alanlarının büyük bir kısmı tarım arazilerine ve Avrupa’nın ana enerji kaynağının odundan kömüre dönmesinden önce yakıta dönüştürüldü, geriye kalanlar ise her birinin yapımı 4.000 ila 6.000 olgun meşe ağacı gerektiren ticaret gemilerine ve gambotlara ayrılarak sömürgeci ekonominin gemi iştahını doyurdu.

Özellikle yoğun nüfusa sahip olmayan Alpler, Pireneler, Balkanlar ve güneydoğu Avrupa’nın kalanında bazı ormanlık alanlar hayatta kalsa da orman ve boş araziyi ayıran çizginin hizası eşi benzeri görülmemiş bir hızla değişerek, kuzeyde Baltık ülkelerine kadar ilerleyerek İskandinavya, İskoçya ve kuzey Sibirya’ya, doğuda ise kuzey Balkanlara kadar çekiliyordu. Abraham Bosse, 1651’de Thomas Hobbes’un Leviathan’ının ilk sayfası için hazırladığı gravürde, hükümdarı ormansızlaştırılmış bir tepenin üzerinde resmeder. Bu bir tesadüf değil: Zamanın Avrupalı tasavvurunda orman sınırı hâlâ hükmün menzilini, üretici ekonomi alanının sonunu, dolayısıyla da yasanın eşiğini belirliyordu. Hüküm yalnızca işlenmiş tabiatın, yani yok edilmiş bir ekosistemin üzerinde yükselebilirdi. 18. yüzyılın sonuna doğru orman sınırı Edinburgh’un kilometrelerce kuzeyine kadar çekilmişti. O bölgede yaşayan David Hume hariç tüm Avrupalı filozoflar “doğa durumu” bağlamını, bir boş arazi okyanusunun ortasında mahsur kalmış bir hâlde, kanun ve sosyal anlaşmaların uysallaştırılmış yerel ormanlık alanlardan başka hiçbir şeyi deneyimlemediği zamanların öncesini anlatmak için kullandı.

“Doğa durumunun” farazi ormanı, kültür ve kanunun mitik bir sınırı olan engin bir yargı öncesi alandı. Ormanın yerlileri olan kanunsuzlar ve kurtadamlar, cinayetle suçlamadan öldürülebilecek insansı yaratıklardı. Avrupalılar arazilere, şehirlere ve gemilere dönüştürerek yok ettikleri kendi ormanlarına binip geçtikleri okyanusların ötesinde yeni ormanlar keşfettiler. Avrupalıların “doğa durumu” tasavvurunu en iştahla çeken ormanlar, tropik bölgelerdeki ekvatoral kuşakta bulundu: Orta Afrika, Güney Doğu Asya ve Orta Amerika. Bugün Paulo Tavares ve diğerlerinin çalışmalarından bildiğimiz üzere, bu ormanlar zamanın Batılı anlayışının aksine insan medeniyetleri tarafından işlenmekte ve bu medeniyetlerin siyaset ve kanun anlayışlarının kapsamında düşünülmekteydi.

17. ve 18. yüzyılda ulaşılan bu balta girmemiş ormanlar hakkında bilgiler, yoğun canlı tabakanın içine yolculuk yapan, dayanılmaz sıcağı ve hastalıkları gören sömürgeci gezginler, göçmenler, tüccarlar ve haritacılar tarafından Avrupa’ya taşındı. Ormanla bu ikinci karşılaşma, Avrupalı felsefecileri toplumun, yabaniliğin ve insan doğasının kökenlerini düşünmeye teşvik etti. Bu erken dönem modernlerinin bakış açılarından görüldüğü üzere, toplumun ve kanuni düzenin yerleştirilmesi öncesinde olduğunun aksine “doğanın durumu” artık zamanla medeniyetten ayrık olacak bir şekilde değil, daha ziyade medeniyetle mekân bağlamında kesişecek bir şekilde konumlanıyordu. Bu yer değiştiren hattın ardında yerel halkların toplumsal yapılarını ve mülkiyet formlarını yok sayarak onları “doğal çevrenin bir parçası” sayan, emperyalist ve ırkçı terra nullius nosyonu üzerinden düşünülmüş sınırdışı bir alan mevcuttu.

Avrupalıların geri çekilen orman sınırlarının ardında gördüklerine dair kaydettikleri en merak uyandıran şeylerden biri büyük maymunlardı. “Orta seviye hayvanlar” olarak algılanan bu yaratıklar emperyalist sömürgecilik sürecinin beden bulmuş hâlleriydi. Donna Haraway’in çığır açan çalışması Primate Vision’da (Primat Tasavurru) açıkladığı üzere, o günden bu yana maymunlar hayvanla insan ve doğayla kültür arasındaki bulanık ve belirsiz sınırda barınıyorlardı. Erken Aydınlanma döneminde üç sınır koşulu bu sayede birbiriyle etkileşime sokuldu: Kendine has iklimiyle yer değiştiren çevresel bir koşul olan orman eşiği, toprak ve hükümdarlığın siyasi sınırı olan kanun eşiği ve insanlığa dair çizilmiş bulanık bir sınır olan insan eşiği. Bu üçü böylece birbirine karıştı ve bugün bile birindeki değişimler diğerlerini etkiliyor.

İlk Karşılaşmalar

Maymunlar ilk zamanlarda tuhaf hayvanlar, orta çağ ikonografisinden feyz alırsak, insanın dürtüleri, şehvet ve günahlarının bir yansıması olan canavarlar ya da şehvet düşkünleri olarak tarif edildiler. Ancak peyderpey maymunlardan farklı oldukları kabul görmeye başlandı. İnsanlar gibi büyük maymunların da kuyrukları yoktu ve olası insanlıklarına dair sorular ortaya çıkmaya başladı. Robert Cribb, Helen Gilbert ve Helen Tiffin’in usta işi Cultural History of the Orangutan (Orangutanın Kültürel Tarihi) isimli çalışması, Avrupalılar ve büyük tropik maymunların şaşkın ilk karşılaşmalarına dair vakalarla doluydu. Özgün dili Malaycada “orman adamı” anlamına gelen orangutanın Avrupalılar tarafından yapılan ilk tanımı, yanına iliştirilen dost canlısı ve utangaç dişi orangutan çizimiyle beraber 1641’de Hollandalı tıpçı ve dört dönem Amsterdam belediye başkanlığını üstlenen Nicoleas Tulp tarafından yapıldı. Çizim, orangutanın gülümsemesi ve elleriyle cinsel organlarını kapattığı mütevazı postürü gibi daha insani özelliklerini ön plana çıkarıyordu. Aynı bulanık çizgi üzerinde Jacobus Bontius “ourang outangların” insanlar ve hayvanların cinsel ilişkisi sonucu ortaya çıktığını iddia etti. İskoç gemi kaptanı Alexander Hamilton’ın orangutanları “sümkürüyor ve sümüğü parmaklarıyla silip atıyor, ateş yakabiliyor ve üfleyerek söndürebiliyor. Bir tanesini haşlanmış pirinci ile yemek için balık kızartırken gördüm” gibi sözlerle tanımlamasına neden olacak ne gördüğü ise net değil. Kimi gezginler orang-utanların güneydoğu Asya’nın en tuhaf, en egzotik orman insanları olduğunu düşünmüştü. Diğerleri, her ne kadar insanlar ve orangutanlar arasında bu gibi benzerlikler var olsa bile, tüm hayvanlar gibi orangutanların da özlerinde insanlardan farklı olduğunu zira ruhları olmadığını düşünüyordu.

Her ne kadar bilim insanları günümüzde dört ana büyük maymun ya da hominid türünü birbirinden ayırsa da, 18. yüzyılda bu ayrımı yapan çizgiler düzensizdi. Bir tarafta insandan daha tüylü, insansı yaratıklar kökenlerinin Afrika’da mı Güneydoğu Asya’da mı olduğuna bakılmaksızın “orangutan” olarak adlandırılırken, diğer tarafta evrim kuramı öncesi zamanlarda yaşandığı da düşünülürse insanla aralarındaki bağıntı belirsizdi. Büyük maymunlar doğa ve kültürün arasına çekilen bandın üzerinde, ancak çoğu zaman insandan çok hayvana yakın bir yerde konumlandırıldılar.

Orangutanların insanlığına dair, orangutanların lehine fikir belirtenlerin en azından insanlara nazaran kusurlu olduklarını teslim etmeleri gerekiyordu. ABD’li primatolog Robert Yerkes’in belirttiği üzere, büyük maymunlar “neredeyse insan” oldukları için insandan daha da uzak görülüyorlardı. Elbette Avrupalılar tarafından kusurlu insan olarak kabul edilen başka gruplar da vardı: Yerliler ve köleler. Büyük maymunların insanlığa yakınlık ve uzaklıkları üzerine yapılan tartışma zamanın felsefi, bilimsel ve adli sorunlarını mazur gösteriyordu. Büyük maymunlar “mükemmelleştirilebilir” miydi? Ormanlarından çıkarılırlarsa, tarlalarda ve şehirlerde çalıştırılabilirler miydi ya da medeni hayata entegre edilebilirler miydi? Kanun ve hukukun öznesi olabilirler miydi?

Bu sorular takip eden 300 yıl boyunca şiddeti bazen azalan bazen büyüyen bir tartışma yarattı. Havyan hakları aktivistleri tarafından, bir kısmı olağanüstü bir şekilde başarılı olan, büyük maymunlara insanların sahip olduklarına benzer haklar tanınmasına dair yürütülen güncel çabalar, türlerin birbirine benzerliği, büyük maymunların insanlara anatomik, genetik ve zihinsel yakınlıkları temelinden tartışılıyor. Geçen birkaç yılda primatologlar bu “neredeyse insan” yaratıklarda zihinsel ve duygusal bilinç, özfarkındalık, şefkat ve daha önce insana özgü olduğu düşünülen nedensel ve mantıksal muhakeme gibi karmaşık karakter özelliklerini haritalayıp kanıtlamayı başardılar. Bu benzerlik, özgün olarak insanların insanlara uyguladığı zulmü tanımlayan soykırım, hapsedilme, toplama kampları ve işkence gibi kelimelerin insanların hayvanlara davranış şekillerini tanımlamak için de kullanılmasına olanak tanıdı. Hayvan hakları kapsamında büyük maymun tartışması yalnızca aktivistlerin ilgi alanı olmakla kalmadı, aynı zamanda doğa/kültür ayrımını geçebilen elçiler olarak da işlev gördü, zira büyük maymunlara tanınan hakların benzerleri memelilere ve diğer tüm sezgisel varlıklara büyük maymunlara benzerlikleri üzerinden sağlanabilirdi.

İnsan Değişimi Olarak İklim Değişimi

Günümüzün en militan çevrecileri ve iklim aktivistleri bile insan hakları ve savaş karşıtı aktivizm gibi diğer bağlamlarda terk edilmiş olan bir bakış açısına sahip: Sanayileşmenin kasıtsız bir yan ürünü, tarihin tali bir zayiatı olarak “iklim değişimi”. Ancak 18. yüzyıl sömürgeci tarihinin bakış açısından bakıldığında, iklim değişimi kasıtlı bir proje olarak görünüyor: Sömürgeci yönetim yeni keşfedilen toprakların fiziksel gerçekliklerini yalnızca kontrol etmeye, evcilleştirmeye ve yönlerini belirlemeye çalışmadılar, aynı zamanda iklim döngüleri de dahil çevreyi değiştirip yeniden yapılandırmanın peşindeydiler. Bir tarafta amaç Kuzey Amerika’nın batısı, ve Avustralya, Birinci Dünya Savaşı ardından da “Orient“ gibi sıcak ve kurak bölgelerde yağışı artırıp çevresel sıcaklığı düşürmek, diğer tarafta ise yaşanması zor olan tropik bölgelerde nemi azaltmaktı. “İklim değişimi” terimi yakın zamanda keşfedilen küresel ısınmanın yıkıcı sonuçlarından değil, 18. yüzyılın sonlarında olasılıkla pozitif bir şekilde insanın “doğa tarımı” kavramından doğdu. David Hume, Hugh Williamson, Thomas Jefferson ve Noah Webster’ın insanın genişleyen sömürge cephesindeki iklim kalıplarını etkileme kapasitesi ve bu etkilerin göreli avantajları konusunda değişik fikirleri vardı. İklim değişikliğini etkilemek için kullanılan birçok teknik olsa da bataklıkları kurutmak, kanal açmak, kasabalar ve şehirler inşa etmek, ağaçlandırmak ve ağaçlık alanları yok etmek bunların arasında en sık kullanılanlarıydı. “Fırtına Kralı” lakaplı ABD’li meteorolog James Epsy ormanları yakmanın suni bulutlar yaratacağını ve bu bulutların kurak alanları sulayabileceğine inanıyordu. Aksine 20. yüzyıl Siyonist hareketinin “çölleri yeşillendirme” projesinde olduğu gibi çöl sınırlarına ekim yapmanın sıcaklığı düşüreceği ve nemi artıracağına inanılıyordu. Her ne kadar gezegen çapında bir iklim anlayışı o yıllarda henüz oluşmamış olsa da, ufak değişikliklerin iklim döngülerinde yerel ve hatta uzun dönemli değişikliklere neden olabileceği düşünülüyordu. İklimin insan faaliyetinin olası bir sonucu olduğu anlaşıldığında, ona ve nihayetinde bizzat gezegenin kendisine idari, teokratik ve kâr odaklı bir bakış açısından bir tasarım nesnesi, doğa ve insanın üzerinde kurulacak bir hükümdarlık olarak yaklaşmaya başlandı.

Kimi 18. yüzyıl düşünürleri yalnızca insanın iklimde değişiklik yaratma yetisine inanmakla kalmıyor, iklimin de insan toplum ve siyasi yapılarındaki değişikleri belirleme gücü olduğuna inanıyorlardı. Thomas Jefferson kaleme aldığı, zamanın yazarlarının işlerinin çoğunda da gözlemleyebileceğimiz üzere açıkça ırkçı bir söylemde yazılmış paragraflardan birinde, kuzey boylamlardaki sık mevsimsel hava durumu değişikliklerinin sürekli adaptasyon gerektirdiğini ve bu durumun daha güçlü bir iş etiğine sahip daha gelişkin toplumlara sebebiyet verdiğini, öte yandan mevsimlerin birbirinden o kadar farklı olmadığını düşündüğü tropik iklimlerin ise tembelliğe, gelişigüzelliğe olanak sağladığını ve toplum için zararlı olduğunu yazdı. Böyle bir bakış açısından, insan ve çevrenin ikisinin birden kurtuluşu yalnızca işgücü oluşturmaktan geçebilirdi. Atıl ormanların verimli tarlalara dönüştüğü şekilde “maymun benzeri bir miskinlik içerisinde tıkılı kalmış” insanlar da zorla çalıştırılma vasıtasıyla medeniyete giden yolu bulacaklardı. İklimdeki değişikliklerin insanda değişime, insandaki değişimlerin de iklimde değişime neden olduğuna inanılıyordu: antropojenik “iklim değişikliği” çevresel “insan değişimi” anlamına geliyordu. İklimin değiştiği yerde insan da değişiyordu.

Rousseau ve Orangutan

1754’te yayınlanan İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine isimli eserindeki uzun bir dipnotta Jean-Jacques Rousseau beklenmedik bir şekilde orangutanla ilgilenmeye başlıyor. Orangutan için kullandığı, “yaşadıkları yerlere otlamaya gelen fillerle karşılaştıkları ve onları yumruklarıyla ve salladıkları sopalarla bulundukları yerden çığlık atarak kaçmalarına neden olacak kadar rahatsız ettikleri” gibi gülünç tanımlar açıkça 17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyılın başlarındaki gezginlerin ifadelerinden esinlenilmişti. Besbelli kurnaz olmakla birlikte, Rousseau’nun orangutanları Avrupalıların onlara atfettikleri ateş kullanma becerisi, yemek pişirme ve ölülerini gömme gibi diğer davranışları da icra ediyorlardı. Rousseau aynı zamanda orangutanların ağaçlara “kendilerini yağmurdan koruyacak bir tür çatı” diktiklerinden de bahsediyordu. Bu yapı ile algılanan rahatsızlık hissi, büyük maymun ve doğal ortamı arasında bir boşluk, kusurlu bir bağ olduğunu gösteriyor. Böyle bir boşluk insanlar için tipik bir durumdur, ancak 18. yüzyılın nezdinde bir hayvanın çevresiyle olan bağı doğrudan ve mükemmel olmalıydı. Rousseau’ya göre orangutanlar, medeniyet sürecinin başındaki insanlardı ve her ne kadar asla açıkça bu şekilde yorumlanmasalar da, orangutanların yapıları bu süreçteki ilk adım (daha doğrusu, Rousseau’nun medeniyet hakkındaki kararsızlığını da göz önünde bulundurursak ona giden kaygan yolda ilk sürçme) olarak görülebilirdi.

Çağdaşlarının aksine Rousseau’nun orangutanın insanlığı üzerine tezi fiziksel ya da davranışsal benzerlikler üzerine kurulu değildi ve Rousseau orangutanı arketipik bir “soylu vahşi” olarak övmüyor, daha ziyade onun insanlarla belirli bir esneklik paylaştığını düşünüyordu: Mğrenme, gelişme ve kendini mükemmelleştirerek “ilk durumdan daha üstün bir medeni” hâline getirme kapasitesi. Ancak eğer insan eşiği gerçekten esnek ise her yönde esnektir: Bir kere “insan olabiliyorsanız”, aynı zamanda koşullara, olanaklara ve pek tabi ki değer sistemine bağlı olarak sınırın diğer yanına kayıp tekrar “hayvan olabilirsiniz”. Rousseau’nun insan sınırının diğer tarafına geri geçmek adına bulduğu model, Avrupa’nın sınır bölgelerindeki köylerin ötesinde bir ormana terk edilmiş ve “hayvan olarak” hayatta kalmayı başarmış “yabani çocuklar” üzerine yazılmış çok sayıda rapora dayanıyordu. Rousseau bu raporlar arasından 1694’te bulunmuş bir enfant sauvage’ı (vahşi çocuk) özellikle belirtiyor: Çocuk “hiçbir mantık izi göstermiyor, elleri ve ayakları üzerinde yürüyor, dil kullanmıyor ve bir insanın sesine hiç benzemeyen birtakım sesler çıkarıyordu” ancak ifade edildiği üzere çocuğa konuşma öğretildi ve hızlıca “insan toplumuna (yeniden) sokulmak üzere” hazırlandı.

Doğanın İnsandışılaştırılması

Rousseau’nun yazdığı dönemde ancak beş veya altı büyük maymun bilimsel olarak incelenebilmişti. 1777’de, Rousseau’nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine isimli çalışmasının yayımlanmasından yirmi yıl sonra, Hollanda’da sözümona bir “orangutan savaşı” patlak verdi. Olaylar Borneo’dan getirilen genç bir büyük maymun ölünce başladı. “Savaş” kelimesini kullanmak abartı olabilir, ancak olaylar karşıt iki figür etrafında toplanan gruplar arasında şiddetli münakaşalar da içermiyor değildi. Bu iki grup ölü orangutanın vücudunu iki ayak üzerinde duracak şekilde teşhir edilmek üzere hazırlamaya başlayan taksidermist Arnout Vosmaer ve bilimsel amaçlarla orangutan üzerinde otopsi uygulamak isteyen anatomi uzmanı Petrus Camper etrafında toplanıyordu. Camper, Hollanda mahkemesindeki bağlantılarının, doldurulmak üzere kısmen hazırlanmış olan orangutanın bedenini ele geçirmek için yeterli olmasıyla yapabildiği iskelet analizi sonucu, resimlerdeki gösterimlerin aksine, iki ayak üzerinde yürümelerinin anatomik olarak imkansız olduğunu teşhisine vardı.

Ancak Camper, postürün de ötesinde 18. yüzyılda insanın sesi olduğu düşünülen dilin insani kaynağını arıyordu. Camper, orangutanının içini açıp boğaz bölgesini dikkatlice belgeledi ve vardığı sonuç ise orangutanın fonetik ve ses çıkarma eylemleri için gerekli şolan ses tellerinin bulunduğu larinksinin, insan konuşmasına benzer herhangi bir ses çıkarma olasılığına engel olduğuydu. İnsanlardakine benzer bir larinkse sahip olmadan, orangutanın insan olamayacağına hükmetti. Öncesinde bulanık ve elastik olan insan ile hayvan arasındaki eşik bu sayede sonrki yüzyıllarda da yerini koruyacak bir sabitliğe erişti. Büyük maymunun insandışılaştırılması, 19. yüzyılın şafağında antropoloji merkezli doğa görüşünden uzağa atılan birçok adımdan biriydi.

Camper’ın orangutanı insanlıktan dışlaması tarihte önemli bir dönüm noktasında gerçekleşti: Hümanizm ideolojisini doğrulayan iki önemli olay, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız Devrimi Birliği’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi tarafından paranteze alınan Ancien Régime’in (Eski Rejim) yıkılışı ve jeolojik antropolojik yakın çağın başlangıcı (İnsanın çağı öyle görünüyor ki ancak “insan nedir?” sorusunun cevabı verildiğinde başlayabilmişti.) Bu bildirilerin insanın kim ya da ne olduğu sorusuyla ilişkileri değişkenlik gösteriyordu. Bir tarafta, ikisi de açıkça net ve değiştirilemez olan bir insanlık bağlamına dayanıyorlardı – tüm insanlar oldukları gibi “doğarlar ve aynı şekilde kalırlar”, hakları onlara ve onlardan uzağa evrilmeyi gerektirmez, “temlik edilemez” ve “izahtan varestedir”. Anlaşıldığı üzere bildirilerin insan tanımları statik ve daimidir. Ancak Thomas Keenan ve takibinde tarihçi Lynn Hunt’ın gösterdiği üzere, bildirilerin devam eden yayılımları ve etkilerinin nedeni bariz bir şekilde “insan” kelimesinden ne kast ettiklerini tanımlamamış ya da sabitlememiş olmalarıdır. Ancak terimin uygulamadaki anlamı yabancıları, toprak sahibi olmayanları, köleleri ve kadınları kapsamama yönünde bir eğilim sahibiydi. Görünen o ki, bu konularda insanlığın biyolojik eşiği, kanuni hakların etkin eşiğiyle örtüşmemektedir ki devam eden insan hakları mücadelesi bu örtüşmeyi hedeflemektedir.

Bununla birlikte algılanan biyolojik insanlık eşiğinin ötesindeki eşitlik, insanlar arasındaki eşitlikten tamamen farklı bir mevzu. Dahası, insan hakları talepleri çoğunlukla bu sınırı güçlendirecek şekilde insanlar ve hayvanların arasındaki farka işaret ederek telaffuz ediliyor. İnsan hakları adına seslerini yükselten birçokları, bunu hayvan değil insan olduklarını ifade ederek yapıyorlar. Bu da bu insanların, sınırın iktidarın hukukta olması gereken tarafında bulunmalarına rağmen, köpekler, böcekler, maymunlar ya da koyunlar gibi diğer tarafındaymışçasına muamele gördüklerini ifade ettikleri anlamına gelir. Benzer bir eşik hareketi yabancının, düşmanın, teröristin, yerlinin ya da barbarın “hayvanlaşması” üzerinden haklı gösterilen, şiddet failinin anlayışında da mevcuttur. Cribb, Gilbert ve Triffin’e göre 19. yüzyılda köleliği savunmuş siyasetçiler orangutanın insanlığı yönündeki görüşü desteklemeye daha yatkındılar, zira eğer büyük maymun insanlığın bir parçası ise insanlık ırkların hiyerarşisine daha haklı bulunabilir bir açıdan, beyaz adam en üstte, orangutan en altta, pigme, siyah ve diğer insanlar da arada olacak şekilde katmanlandırılabilirdi. Köleliği savunmuş bu insanlar aynı zamanda orangutanın aslında konuşabildiği ancak çalıştırılmak, köleleştirilmek ya da vergi ödemek zorunda kalmaktan korktuğu için konuşmamayı seçtiğine dair eski bir Japon inancını da gündeme getirmişlerdi. Tarih boyunca büyük maymunlara özgü nitelikler yerli insanları tanımlamak için kullanılarak köleliği bir medeniyet harekatı ve kefaret kisvesinde haklı çıkarmak için kullanıldı. Kölelik karşıtları bu nedenle insanlık eşiğini daha sıkı, daha dar bir alanda tutmaya çalıştılar. Ancak eğer insan hakları mücadelesi insan olanların “insanlaştırılmasında” çare bulmayı talep ediyorsa, insan olmayanların hak ihlallerinin çaresi ne olacak?

Orangutan Hakları (Bir Sonraki Bölüm için Notlar)

Orangutanlar gibi diğer büyük maymunlar da 18. yüzyılda “kapı dışarı” edilene kadar insanlık kavramının belirsiz bir tanımına dahildiler, büyük maymunlara bireylik ve bir tür insan-olmayan haklarının sağlanmasına dair güncel çabalar, genişletilmiş bir insanlığa dair basit bir kabul anlamına değil, aslında bir geri kabul anlamına geliyor. Ancak aradan geçen 240 yılda, insan nüfusunu 7 katına çıkardı, sömürgeci, emperyalist ve soykırımcı projeler gerçekleştirdi ve Dünya’nın ekosistemini kendi yaşam sürekliliğini tehlikeye sokacak derecede tahrip etti. Bu yolla insanlar büyük maymun popülasyonunu neredeyse tamamen yok etti, hayatta kalanları ise küçük orman adacıklarına toparlayıp hapsetti. Hukukun yanındakilerden bazılarının ileri sürdüğü soru şu: eğer orangutan isteyebilseydi, bizim türümüze katılmak ister miydi? Belki. Belki de bir seçimi olmazdı. Ancak bu kavuşma faillerin istediğinden farklı koşullarda gerçekleşebilir. Eğer, Dipesh Chakrabarty’nin öne sürdüğü üzere, insanlar küresel ısınma çağında hayatta kalmak için kendilerini gerçekten de diğerleriyle beraber tek bir biyolojik türe ait hissetmek zorundaysa, insan olma sınırı öyle görünüyor ki ters yönde, homo sapiens’ten uzağa bir hominid olma durumu yönünde geçilmek zorunda. Böyle bir durumda hukuk sorununu da tersine çevirmek, büyük maymunlar için birey hakları talep etmektense insanlar için “orangutan hakları” aramanın yolunu bulmak gerekecek.

Bu metin Hila Peleg ve Anselm Franke’nin HKW’daki “Ape Culture”(Maymun Kültürü) isimli çalışmasına bir tür önsöz ve Forensiz Architechture ve FIBAR: Baltasar Garzon işbirliğine de bir tür sonsözdür. Paulo Tavares, Thomas Keenan, Eduardo Cadava, Mauricio Corbalan, Bernhard Siegert, IKKM’deki kardeş program Weimar ve Giorgio Agamben’in muhabbetlerine minnettardır.