Superhumanity

Öztasarım veya Üretken Narsisizm

Boris Groys

Kültürümüz yaygın olarak narsisistik diye tanımlanıyor. Narsisizmse kişinin tamamen kendine odaklanması, topluma yönelik ilgisinin olmayışı şeklinde anlaşılıyor. Hâlbuki mitolojideki Narkissos karakterinin sadece kendisiyle ilgili olduğunu söylemek zordur. Kendi arzularını tatmin etmekle ilgili olmadığı bellidir, bilakis onları sofuca reddeder. Kendini başkalarından soyutlayarak sadece kendi düşünümlerinin erişebildiği “içsel”, “öznel” bir tasavvurla ilgili olmadığı da kesindir. Daha ziyade bedeninin, kendisini göldeki “nesnel” bir imge—Doğa tarafından üretilip potansiyel olarak herkesin erişimine sunulan dünyevi bir imge—olarak sunan aksi karşısında büyülenmiştir. Narkissos’un başkalarıyla, toplumla ilgilenmediğini söylemek yanlış olur. Kendi perspektifini tamamen “nesnel” bir toplumsal perspektif olarak tanımlar daha çok. Böyle yapmakla da başkalarının onun o dünyevi imgesi karşısında hayran kalacağını varsayar. Yunan kültürünün bir öğesi olarak, başka Yunanların estetik zevklerini paylaştığını biliyordur.

Ancak çağdaş Narkissoslar kendi zevklerinden bu kadar emin olamazlar. Bugün içinde yaşadığımız toplum tarafından beğenilmezsek kendimizi beğenemez haldeyiz. Toplumda başkalarının hayranlık nesnesi olmak istiyorsak da aktif olmak zorundayız. Çağdaş özneler sadece doğuştan sahip oldukları görünüme bel bağlayamaz: toplum tarafından beğenilmek istiyorlarsa öztasarım uygulamak ve kendi imgelerini üretmek zorundadırlar. Bu eylemler, istedikleri “beğen” tıklamalarını toplamak üzere selfie çekip etkin bir şekilde paylaşıma sokmakla sınırlı kalsa da. Fakat öztasarım bununla kalmaz. Estetik bakımdan işimize yarayacak şeyler de üretir ve/veya etrafımızı etkileyici, baştan çıkarıcı olduğuna inandığımız şeylerle doldururuz. Bir de, başkalarının hayranlığını toplamak için kamu önünde performans sergileriz—bu bazen kişinin kendini herkesin iyiliği için kurban etmesine kadar uzanabilir.

Alexandre Kojève arzulanma arzusunun insana has olduğuna, bizi tam da insan yapan, hayvanlardan ayıran şeyin bu olduğuna inanıyordu. Hayvani, “doğal” arzu her zaman arzu nesnesini olumsuzlar: açsam ekmek yerim, yani ekmeği yok ederim. Susamışsam, suyu içerek yok ederim. Ama bir de antropojenik arzu vardır—bu belirli şeylere yönelen bir arzu değil, arzulanma arzusudur: “Dolayısıyla örneğin erkek ile kadın arasındaki ilişkiye baktığımızda, Arzu, bir taraf ötekinin bedenini değil, kendine arzu duyulmasını arzuluyorsa insanidir ancak.” Tarihi başlatan ve harekete geçiren işte bu antropojenik arzudur: “İnsanlık tarihi, arzulanan Arzular tarihidir.” Kojève, tarihi, insanlık için kendilerini kurban etmeye itilen kahramanlar tarafından harekete geçirilen bir şey olarak tarif eder; kahramanlar tanınma arzusuyla, toplumun hayranlık ve sevgisinin nesnesi olma arzusuyla hareket eder. Arzulanma arzusu özbilinci, hatta bu itibarla “benliği” yaratır ama aynı zamanda özneyi nesneye—nihayetinde ölü bir nesneye—dönüştüren de odur. Kojève, “Salt itibar için verilen bu ölümüne kavga olmasa, Dünya üzerinde asla insan olmazdı,” önermesinde bulunur. Arzulanma arzusunun öznesi “doğal” değildir, zira tüm doğal ihtiyaçları, hatta “doğal” varoluşu, soyut tanınma Düşüncesine feda etmeye hazırdır. Doğal olan her şeyden vazgeçen bu özne, tarihsel tanınma arzusuyla inşa edildiği sürece tarihsel olur. Yani bu özne, tanınmanın tarihsel koşullarına bağımlı hale gelir: Başka bir deyişle, insanlığın varoluşuna. Bu öznelerin hiçbiri, çağdaş Narkissos kadar toplumun hayatta kalması ve selametiyle ilgili değildir.

Bu ilgi tipik olarak moderndir, sekülerdir, ateisttir. Tanrı canlı bir varlık olarak görüldüğü sürece ruhun tasarımı bedenin tasarımından daha önemli olmuştur. Özneler bir zamanlar ruhlarının sevilmesini ya da en azından Tanrı tarafından tanınmasını istediler. Başkalarının, toplumun hayranlığına duyulan arzu günah olarak görülüyordu, çünkü tek gerçek ruhsal tanınmanın yerine “dünyevi” tanınmayı—yani içsel değerlerin yerine dışsal değerleri—koymuştu. O halde öznenin toplumla ilişkisi etikti: Kişi, toplum için değil, Tanrı’nın hoşuna gitmesi için iyi bir şey yapıyordu. Tanrı’nın ölümü, ruhu gözetleyen ilahi gözün— ruhun yüzyıllar boyunca onun için tasarlandığı gözün—yok olması anlamına geldi. Seküler çağda Tanrı’nın yerine toplum kondu, böylece toplumla kurduğumuz etik ilişkinin yerini erotik ilişki aldı. Birdenbire insan öznelliğinin tek olası ifşası onun tasarımı oldu: insanların, başkalarının arasına karıştığında giydikleri kıyafetler, etraflarını saran gündelik nesneler, iskân ettikleri mekânlar vs. Bir zamanlar dinin olduğu yerde tasarım ortaya çıktı.

Tüm bunların sonucu olarak tasarım, toplumun kendisini, bireylerin hem sanatçı hem özüretim sanat eserleri olarak ortaya çıktıkları bir sergi alanına dönüştürdü. Dolayısıyla modern tasarım Kant’ın meşhur, çıkarsız estetik düşünüm ile çıkarların yön verdiği şeylerin kullanımı ayrımını göz ardı etti. Kant’tan sonra da uzun bir zaman, çıkarsız düşünüm, insan ruhunun en yüce olmasa da çok yüce bir ifşası olduğuna inanılan pratik bir tutum karşısında üstün görüldü. Ancak 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, vita contemplativa tamamen gözden düştü, vita activa insanlığın gerçek görevi olarak yüceltildi. En azından Guy Débord’un Gösteri Toplumu’ndan bu yana tasarım, insanları daha az faaliyette bulunmaya yönelten, hayat enerjilerini emen bir baştan çıkarıcı olarak suçlanıyor; tasarımın onları her an her yerde reklamlarla manipüle eden, iradeden yoksun, edilgin tüketiciler ve kapitalizmin kurbanlarına dönüştürdüğüne inanılıyordu. Bu trans halinin tedavisi, insanları edilgin bir şekilde düşünmekten kurtarıp onları harekete geçirecek, canlı bir yoğunluk olarak hakikat tecrübesi vaat eden bir “gerçek”le şok benzeri bir yüzleşmede yatıyor gibiydi. Geriye kalan tek tartışma da gerçekle böylesi bir yüzleşmenin hâlâ mümkün olup olmadığı, hatta gerçeğin bu tasarım yüzeyinin arkasında sonsuza kadar kaybolup kaybolmadığı sorunuydu.
Öte yandan, öztasarımın öznesi dış dünyaya sunulacak bir imgeye hayati bir ilgi duyuyor. Dolayısıyla bu özne edilgin değil, tam tersine aktif ve üretken. Bir zamanlar seçilmiş birkaç kişinin hem ayrıcalığı hem yükü olan öztasarım günümüzde par excellence bir kitle kültürü pratiğine dönüşmüş durumda. İnternet – Facebook’tan YouTube’a ve Instagram’a- kişilerin kendilerini sunduğu bir yer haline geldi, buna mukabil kişinin “gerçek” veya “analog” dünyada, başkalarının gözleri önüne serdiği imgelerden sorumlu olması bekleniyor. Dolayısıyla öztasarımın özneleri sadece kendi varoluşlarıyla değil insanlığınkiyle, yani olası tek seyircininkiyle de ilgili. Nasıl ki bir âşık, aşkı bulmak ve âşık olunmak için bir sevgilinin varlığına ihtiyaç duyuyorsa, öztasarımın öznesi de tanınma ve hayranlık duyulma için toplumun varoluşuna ihtiyaç duyuyor. Bu ilgi yoğundur, çünkü bildiğimiz kadarıyla insanlık kırılgan ve ölümlüdür. Ötekinin arzusuna duyulan arzunun peşinde hep, insanlığın nihai yok oluşu ihtimalinin hayaleti dolaşmaktadır—Tanrı’nın metafizik ölümünün ardından insan seyircilerin fiziki ölümü.

İnsanlığın nihai kaderine dair bu kaygı, Jean-François Lyotard’ın “Düşünce Beden Olmadan Yaşayabilir mi?” başlıklı 1987 tarihli yazısında güçlü bir ifade bulmuştu. Lyotard, yazısına Güneş’in 4,5 milyar yıl sonra patlayacağına dair bilimsel tahmine yaptığı atıfla başlar ve şöyle devam eder:
Bu, benim kanaatimce, günümüzde insanlığın karşısında duran en ciddi sorundur. Bunun yanında diğer her şey önemsiz görünüyor. Şu anda enerjinizi aldığınız bu sonsuz kaynak… Güneş bir gün yok olup gidecekse, savaşlar, çatışmalar, siyasi gerilimler, görüş değiştirmeler, felsefi tartışmalar, hatta tutkular… her şey daha şimdiden ölmüş demektir.

İnsanlığın ölümü şu an bize uzak görünüyor olsa da şimdiden bizi zehirlemeye, bütün çabalarımızı anlamsızlaştırmaya başladı bile. Bilim insanları, Büyük Patlama’nın başlattığı zayıf dalgaların hâlâ bize doğru gelmekte olduğunu kanıtladılar. Öyleyse, Güneş’in patlamasına 4,5 milyar yıl kala çoktan yola çıkıp bize ulaşan ve ruhlarımızı titreten bilgi dalgaları olduğunu da varsayabiliriz. İnsanlık, ancak kendisi de ölümsüz olursa, Tanrı’yı öztasarımlarının nihai seyircisi yerine koyabilir. O halde önümüzdeki gerçek güçlük, insan bedeninin yerine geçebilecek yeni bir donanım yaratmak, üzerine insan yazılımını, yani düşünceyi yazacağımız yeni bir ortam bulmak. Lyotard’a göre böylesi bir yeniden yazmanın imkânı, “teknolojinin biz insanlar tarafından icat edilmemiş olduğu” olgusunda yatıyor. Teknolojinin gelişimi, insanların sadece belirli bir aşamasında devreye girdiği kozmik bir süreç. Lyotard, odağı yazılımdan (tutumlar, kanaatler, ideolojilerden) donanıma (organizma, makine, bunların her türlü kombinasyonu, kozmik süreçler ve olaylara) kaydırarak post veya transhümanizmi düşünmenin kapısını açmıştır.
Ancak öztasarım pratiği daha en başından, post veya transhümanist durum sorunsalını canlandırmıştır. Öztasarım, içsel, psikolojik, siyasi tutumlar veya ekonomik çıkarların dışsal ortamda yeniden yazımı anlamına gelir: öztasarım, insan bedeninin yerini potansiyel olarak alan ikincil, yapay bir beden yaratır, bu, bedenin ölümünden sonra da yaşamaya devam eder. Gerçekten de bir insan öldüğünde onun seçtiği ve kullandığı şeyler başkalarının kullanımına kalır. Bu kişi ünlüyse bir müze bu şeyleri, onun yok olan bedeninin yerine koyarak saklayabilir. Dolayısıyla, şeylerin kullanımı bir tür öztasarımdır: Sadece pratik hayatın gereçleri olmakla kalmayıp, onu kullananın ruhunun tezahürleridir de aynı zamanda. Aslında sarayların ve kiliselerin mirasçısı olan sanat müzeleri ilk başta tasarım müzeleriydiler.

Elbette, kişi şeyleri sadece kullanmakla kalmaz onları üretir de. Bu şeyler—sanat eserleri, kitaplar, filmler, fotoğraflar vs.—küresel ortamda dolaşıma girer, yayılırlar. Bu yayılma internetle birlikte daha da görünür hale gelir, orada sadece ünlüler değil herkes kişiliğini yeniden yeniden yazabilir. Öte yandan internette bir kişiyi adıyla aradığımızda karşımıza çıkan binlerce arama sonucu bir bütünlük yaratmaz. Dolayısıyla, bu öztasarlanmış, yapay, ikincil bedenlerin, daha şimdiden Antonioni’nin Zabriski Point filminin final sahnesindeki gibi yavaş çekim bir patlamaya maruz kaldığı hissine kapılırız. Nietzsche’nin betimlediği şekliyle Apollon ile Dionysos arasındaki sonsuz kavga bizi şu tuhaf sonuca getirir: öztasarlanmış beden, organları kopmuş, saçılmış, merkezi kaymış bir bedendir ama hâlâ sanal bir bütünlüğü korur. Fakat bu sanal bütünlük insan bakışının görebileceği türden değildir. Sadece Google gibi gözetleme ve arama motorları, bir bütün olarak interneti analiz edip ölü ve diri insanların ikincil bedenlerini tespit edebilir. Burada bir makinenin başka bir makine, bir algoritmanın başka bir algoritma tarafından tanınması söz konusudur. Belki de internet Lyotard’ın öngördüğü durumu canlandırmıştır: Yani insan ırkının bir patlama durumunda asılı kalışını.