Superhumanity

Biz kırmızı muhabbet kuşlarıyız

Mark Cousins

Sormak istediğim soru “İnsan nedir?” değil, ondan daha ufak, o kadar sık sorulmayan ama daha büyük olanın önemini anlamak için değerli olduğu anlaşılan bir soru. Soru şu: İnsanlar diğer insanların insan olduğunun ayırdına her zaman varabilir mi? Daha da özelleştirmek gerekirse: İnsanlar kendilerinin insan olduğunun ayırdına her zaman varabilir mi? Öyleyse bunu ayırt etmenin yolu nedir? Soruyu sormamın nedenlerinden biri şiddetin tartışılma biçimi. Şiddetin doğasıyla, özellikle de devletlerin işlediği suçlar ve cinayetlerle ilgilenen gazeteciler, tarihçiler ve yazarlar, nesiller boyunca bu suçların kurbanlarının insan statülerini reddetmeye dair bir çaba olduğunu kayda geçirdi. Buradaki sorun, kurbanların insan statülerinin reddinin, onların insanlıktan tamamen dışlamaktan ziyade bir çeşit eksiltme eğiliminde olması. Uzmanlar gayri insanileştirmenin genel dilbilimsel bir etki olduğunu söylüyor. Nefretin temsilcileri “alt insanlar”dan ve “çöp” ya da “pislik” gibi o terimin her türlü varyasyonundan bahsediyor. Dil, açıkça bir grubu “insan” teriminden mahrum bırakmaya yönelik iradeyi gösteriyor. Ancak ötekilere karşı hissedilen nefretin onların insan olduğunun ayırdına varma konusunda bir “başarısızlığa” yol açıp açmadığı sorusunu cevaplamıyor, ya da tamamıyla cevaplamıyor. Bunu çözmeye çalışmadan soruyu bir kenara bırakmak ve basitçe sorunların dil ve söylem meselesiyle başladığı gözlemini yapmak istiyorum. Bu red ve ayırt edememe sözde ve yazıda gerçekleşiyor; savaşta, cinayette ya da yalnızca sözde icra edildiklerinde dahi.

İnsanların kendilerinin insan olduğunu ayırt edip edemedikleri sorusu on dokuzuncu yüzyılda Alman etnograf Karl von Steinen Brezilya’ya ikinci seferini yapıp Bororoları ziyaret ettiğinde somutlaştı. Seyahat günlüklerinde antropologlara ve dilbilimcilere nesiller boyunca tekrar ve tekrar yöneltilen bir zeka testi, bir ergenliğe geçiş törenine dönüşen bir sahne betimledi. Steinen okuru önce “İnsanlar ve hayranlar arasındaki sınırları kafamızdan atmalıyız” cümlesiyle uyarıyor ve Bororoların kırmızı birer muhabbet kuşu olduklarını iddia ettiklerini söylüyor. Onlarla bunun nasıl yorumlanabileceği üzerine konuştuğunda neyi kastettiklerini şöyle açıklıyorlar: “Biz kırmızı muhabbet kuşlarıyız.” Öldükten sonra kırmızı muhabbet kuşlarına dönüşecekleri ya da kırmızı muhabbet kuşunun Bororolar arasında toteme benzer bir değeri olduğu gibi açıklamaları kabul etmeye yanaşmıyorlar. Kırmızı muhabbet kuşları olduklarını yinelemekle yetiniyorlar. Bororoların hepsi kırmızı muhabbet kuşu ve kırmızı muhabbet kuşlarının hepsi Bororo. Sahne, Steinen’in sonunda pes etmesiyle sonuçlanıyor: “Gerçekten bunu kastediyorlar.” Ama buradaki gerçeklik tam olarak ne anlama geliyor? Entelektüel kategorilerden, deyimlerden kurtulduktan sonra geriye kalan yalın ve dobra bir şey mi? Buradaki gerçeklik, söyleyişin duyumdan önce gelen ve ondan bağımsız olan bir anlamı olduğuna dair duyulan bir inanç.

Başkaları von Steinen’in metinlerini okumaya başladıkça onun Bororolarla ilgili yazdıkları, altında yatan anlamı açıklamaya dair bir yarışmaya dönüştü. Kırmızı muhabbet kuşunu ehlileştirmeye ve onu düşünceler için güvenli bir hale getirmeye çalışan ilk aday, rasyonalitenin “ilkel zihniyet” olarak adlandırdığı bir zıttı olduğunu düşünen antropolog Lucien Lévy-Bruhl’du: “İlkel zihniyetin kolektif temsillerinde nesneler, varlıklar ve olaylar, bizim algılayamayacağımız bir şekilde de olsa, hem kendileri hem de kendilerinden başka bir şey olabilir (à la fois eux meme et autres chose qu’eux memes)…”(1) İlkel zihniyet, Lévy-Bruhl’un katılım kanunu olarak adlandırdığı şeye uyar; her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünyada yaşar ve bizim bakış açımıza göre çelişki bilmez. Bu, Batılı mantık araçlarının olmadığı bir dünya, tabii eğer bu denli ölçüsüz ve sınırsız bir yer için bu sözcük kullanılabilirse. Bororolar arasında belli ki var olmadığı için, kıyas tartışmalı bir mesele haline gelir, zira kıyas, ya da daha ziyade ona sahip olmak, mantığa özgü bir şeymiş gibi görülür. Kıyasla mantık kurmak rasyonelitenin alanına girmektir, ondan yoksunluk ise ilkellik anlamına gelir. Peki insan? Belki de, ama “insan” terimi artık bir varlığın ya da türün adından çok ölçeklendirme aracını kastetmek için kullanılırken ahlaki bir bütünlüğü kastetmek için kullandığına neredeyse hiç rastlanmıyor. Ünlü Sovyet nörofizyolog Alexander Luria’nın bir anekdotuna göre sorunun ne olduğu açık. (2) Luria, devrimden sonra Kuzey Sibirya’daki yazıyı bilmeyen toplumlar üzerinde gerçekleştirilen araştırmaların bir parçasıydı. Yerel grupla tanışmadan önce kıyasla ilgili şu soru ortaya çıktı: bu insanlar bunu anlayabilir miydi? Bunu test etmek için uzmanlar soru biçiminde bir kıyas modeli oluşturdu.

Kuzey kutup dairesinin kuzeyinde yer alan ayılar beyaz, Novybirsk kuzey kutbunun kuzeyinde yer alıyor, Novybirsk’teki ayılar ne renktir?

Yerel kitle bu soruyu duydu, ama cevaplamadı. Bunun üzerine araştırma ekibi onların kıyastan “yoksun” olduğu sonucuna vardı ve gitti. Ancak Luria kaldı ve onlarla sohbet etti. Kısa süre içinde sohbet, ayıların rengine geldi. Bir kısmı konuyla ilgili bir yorum yapamayacağını, çünkü oraya hiç gitmediklerini söyledi. Ancak bir kişi şunu söyleyiverdi: “Sizin sunduğunuz koşullara göre beyaz olması lazım, ama bilmiyorum.” Bu, Luria için her şeyi değiştirdi. Kıyastan mahrum değillerdi, anlamakta güçlük çekmiyorlardı, yalnızca onların mantık kurma biçimlerine uymuyordu. Dolayısıyla kıyas, mantığa özgü bir şey değil, onun göstergesinin yerel bir aracıydı, tumturaklı bir aletti.
Von Steinen’in testi bundan, ilkel düşünce biçiminin çelişkiye dair hiçbir şeyi anlamadığı iddiasından fazlasını kanıtlamak için tasarlanmıştı. Claude Lévi-Strauss Hüzünlü Dönenceler’de von Steinen’in bundan fazlasını ileri sürdüğünü fark etti, Steinen Bororoların yalnızca bir kırmızı muhabbet kuşu ile bir Bororo arasındaki farkı ayırt edemediğini iddia ediyordu. Bu, meseleyi Bororoların neyi kastettiğinden uzaklaştırdı ve Bororoların algısal süreci üzerine sorulara taşıdı. Daha doğrusu van Steinen, Bororoların radikal biçimde farklı bir tür insan olduğunu, hatta aslında tam olarak insan dahi olmadığını söylemenin eşiğinde.

Buna şaşırmamak lazım. Christopher Colombus neslinden beri Avrupa literatüründe Kızılderililer hakkında kim olduklarının yanı sıra ne oldukları sorularını da içererek yazılanlar, yerli nüfuslara karşı muameleyle özdeşleşti. Son dönemde birçok araştırmacı ve yazar bir açıdan büyük bir azalma gücü olarak işleyen aşağılığın mıntıkasının Avrupa ve Yeni Dünya’nın yerli nüfusunun arasındaki farkın haritalanmasını belgelendirmek ve dillendirmek için uğraşıyor. Bunları geride bıraktığımıza inanıyoruz, artık geri her neyse ve biz her kimsek. Öteki’ye karşı doğru yaklaştığımıza, şapkamızı önümüze koyup düşündüğümüze inanıyoruz. Bugün Bororoların deli olduğunu, hatta işbirliği etmeyen haber kaynakları olduğunu kimse söylemeyecektir. Onların kastettiğini söylediğini ve söylediğini kastettiğini varsayıyoruz. Von Steinen, sarihleştirmeden gerçeklik’i yardıma çağırarak yorumunu genişletiyor. Bu bağlamda gerçek, sözcüklerin tamamen manasız olsa da dillenenle aynı anlama geldiği bir hayal. Başka bir deyişle kastedilenin hatalı olduğu. “Gerçek” denen şey, birine bir yandan onu dışlamak için kullanılan bir anlam dayatmak anlamına geliyor. İlkelle ilgili örneklerde olanaksız kimliklere dair ifadeler büyük ölçüde ön planda. “Biz kırmızı muhabbet kuşlarıyız”, kimlik tuhaflıkları dolabında “Ben Napolyon’um”a oldukça yakın duruyor. Buradaki sorun tabii Napolyon örneğinde Napolyon harici herkes için bunu dillendirmenin geleneksel olarak delice addedilmesi. Ancak aslında eğer bunu söylemek deliceyse, bu aynı zamanda onun doğru olduğunu gösterir, hatta belki de özellikle Napolyon’un “kendisi” için. “Biz kırmızı muhabbet kuşlarıyız”ın yorumu her neyse, mantığının açıklaması için başlangıç noktası olarak sözün kendisini ele almayı gerektiriyor. “Gerçek”le ilgili sorunlardan biri, anlamın her tür müzakereden ve varlık koşullarından bağımsız bir seviyesi olması fikri.

“Gerçek” halen anlam ve mantıkla ilgili tartışmalarımızda hortluyor. Ancak aynı zamanda rahatlıkla özgünlüğün ve insanlık savlarını ileri süren şeffaflığın lakırdısı haline geliyor. Gotthold Ephraim Lessing’in oyunu Bilge Nathan’da, Selahaddin Eyyubi’nin Nathan’a kimliğinin ne olduğunu sorduğu meşhur bir kısım vardır. Nathan “Ich bin ein mensch” (Ben bir insanım) diye cevap verir. O günden beri, hiçbir zaman sahnelenmediği o malum tarihi dönem hariç, insanlar bu cümleyi alkışlıyor, şeffaflığının ayırt edilmesi için yeterli olacağını umarak… Tabii ki öyle olmadı, olamazdı da.
“Ben bir insanım” ve “Biz kırmızı muhabbet kuşlarıyız”, anlam bize yardımcı olmayacağı için mantıklarının yakınına yaklaşmak için dahi takip etmemiz gereken daha büyük kurulumların parçası olan söyleyişler. İkisi de mantık ayakkabısı olmadan ontolojik bir Uzun Yürüyüş’e zorlanan irade egzersizlerine benziyor.

(1) Lucien Lévy-Bruhl, Primitive Mentality (London: George Allen & Unwin ltd; New York: The Macmillan Company, 1923), 76–77.
(2) Alexander Romanovich Luria, Cognitive Development: Its Cultural and Social Foundations (Cambridge: Harvard University Press, 1976).